1975 Bir Kitap Okudum, Hayatım Değişti

Bu söz benim kulağıma hep mübalağa sanatının bir örneği gibi gelmiştir: "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." Fakat bir ara şöyle durup düşündüğümde, aslında bunun en azından benim için pek abartı olmayacağını fark ettim.

Elbette insanı etkileyen, hiç unutamadığı bazı kitaplar vardır. Benim için bunlardan birincisi, ortaokul 1 ya da 2. sınıfta okuduğum, Erich Maria Remarque’ın Nazi döneminde Yahudi mültecilerin Avrupa’da oradan oraya kaçışmalarını, 20. yüzyılın bu büyük insanlık trajedisini anlattığı İnsanları Seveceksin adlı romanıydı. Korku romanını andıran bu kitaptan o küçük yaşta o kadar etkilendim ki insanlığın bir daha Nazizm ve 2. Dünya Savaşı benzeri bir kabus yaşamaması için çaba göstermek gerektiğine kanaat getirdim. Her ne kadar o yıllarda matematik ve fen dersleriyle daha ilgili olup sosyal bilgiler, özellikle de tarih derslerini ise pek sevmeyen bir öğrenci olsam da sanırım en çok bu kitap —ve ardından Montaigne’in Denemeler adlı eseri— sosyal konulara ve felsefeye de artan bir ilgi duymamda önemli rol oynadı. İşte, benim hayatımı değiştiren kitap bu noktada karşıma çıktı.

1975 yılı ilkbaharında her zamanki gibi bir cumartesi günü öğle yemeğinin ardından İzmir Anadolu Lisesinden çıkmış, iki yanında çam ağaçları sıralı yolda yürüyüp Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi girişi ile Bornova tren istasyonu arasındaki duraktan belediye otobüsüne binerek Konak meydanının Alsancak tarafındaki Hal önünde bulunan Bornova otobüslerinin baş durağında inmiş, meydanın diğer ucuna doğru yürüyordum. Oradan da Hatay yönüne giden otobüslerden birine binip Altıntaş’ta inerek hafta sonunu evde, ailemin yanında geçirecek, pazar akşamüstü aynı yoldan okula geri dönecektim.

Bu okula şans eseri girmiştim: 1969 yılında evimizin az yukarısındaki Tınaztepe İlkokulunu bitirmiş, evimizin az aşağısındaki Karataş Ortaokuluna kaydolmuştum. Fakat bu sırada, aynı ilkokulda öğretmen olan bir yakınımız benim haberim bile olmadan, öylesine, sırf test pratiği olsun diye, devlet parasız yatılı okulları sınavına kaydımı yaptırmıştı. Bu sınav sonucunda (o zamanki adıyla) İzmir Koleji çıkınca aslında ailem çocuklarını yatılı okula verme fikrine hiç sıcak bakmamıştı. Yine de okula gidip bir bakmaya karar veren inşaat işçisi babam okul müdürüne "doğrusu biz çocuğumuzu okutamayacak kadar parasız değiliz, parasız yatılı okula vermekte tereddüt ediyoruz" demişti. Bunun üzerine okul müdürü "siz bilmiyorsunuz herhalde, bu okul öyle bir okul ki, çocukları buraya girebilsin diye insanlar ne çabalar sarf ediyorlar, bu yüzden hiç tereddüt etmeyin, böyle bir altın fırsat kaçırılmaz" diyerek babamı anında ikna etmişti. Evet, biz bu okulu da, onun nasıl bir okul olduğunu da, bu okula girebilmek için insanların yarıştıklarını da bilmiyorduk fakat öğrenmeye de açıktık bereket.

1953 yılında Özel Ege Koleji adı altında kurulan bu okul, bir-iki yıl sonra eğitim bakanlığına bağlı olarak kurulan Maarif Kolejleri bünyesine dahil edilerek İzmir Koleji (İK) adını almıştı. Çocuklara ağırlıklı olarak İngilizce öğretilen hazırlık sınıfının ardından fen ve matematik derslerinin (çoğunlukla yabancı öğretmenler tarafından) İngilizce öğretildiği üç yıllık orta ve üç yıllık lise bölümünden oluşan bu Maarif Kolejleri —Diyarbakır, Eskişehir, İstanbul (Kadıköy), İzmir (Bornova), Konya ve Samsun illerinde olmak üzere— altı adetti. Bir bölümü "Barış Gönüllüleri" (Peace Corps) olan yabancı (çoğu ABD vatandaşı) öğretmenlerin görevlendirilmesine biz ortaokuldayken son verildi ve bundan sonra İngilizce öğretim seviyesi çok düştü. Ardından, 1975 yılında bu okulların adı Anadolu Lisesi olarak değiştirildi. 1976 yılında ise s ay ı l a r ı n ı n arttırılmasına karar verilerek bizim okulun adı —biz mezun olduktan hemen sonra— tekrar değiştirilerek İzmir Anadolu Lisesi (İAL) yerine Bornova Anadolu Lisesi (BAL) oldu.

Okulumuz İzmir’in Manisa-İstanbul ve Afyon-Ankara kara yolu girişindeki Bornova ilçesinin aşağısında uzanan ovada, Ege Üniversitesinin bir kilometre kadar arkasındaki geniş bir arazi içindeydi. Zengin kütüphanesinin yanı sıra, çeşitli spor alanları (bir futbol sahası, birkaç voleybol ve basketbol sahası, bir kapalı spor salonu, bizim dönemde artık kullanılmaz hale gelip, içinde su bulunmadığından minyatür futbol sahası olarak kullandığımız birkaç açık yüzme havuzu), küçük bir koru ve çeşitli meyve ağaçları ile, şehir içinde asla sahip olamayacağımız, çok keyifli bir kampüs hayatı yaşıyorduk burada.

Dönemin tipik temsilcileri olan kimi okul yöneticileri (müdür, müdür başyardımcısı ve müdür yardımcıları) ile öğretmenler, böylesi bir ortamda bizim fazla havaya girip kendimizi cennette sanmamamız için ellerinden geleni yaparlardı gerçi. Her ders yılı sonunda yayınlanıp tüm öğrencilere dağıtılan okul yıllığımızın (herhalde sorumlu öğretmenin tercihine bağlı olarak) Paradise ya da Cennet adını taşımasının burada öğrencilere sunulan ayrıcalıklı maddi imkanları doğru yansıttığı söylenebilir belki, fakat yöneticiler ve öğretmenler arasında melek gibi olan birkaçının yanı sıra biz öğrencilerin hayatını adeta cehenneme çevirmeye çalışanlar daha fazlaydı. Çeşitli sıradan, çocukça yaramazlıklardan dolayı tekme-tokat dövmeler, kulaklarından tutup havaya kaldırmalar, ayrı ayrı iki elin de parmakları bitişik ve yukarı doğru tutulu vaziyette cetvelle (bazen sivri kenarıyla) defalarca vurmalar, bir çırpıda aklıma gelen şiddet tanıklıkları. Bu aşırılıklara ben şahsen pek maruz kalmadım fakat bunlara tanıklık ettim ve bu da —o dönemde kimsenin umursamadığı— dolaylı maruz kalma demekti. Benim şahsen yaşadıklarım başkalarına kıyasla devede kulak sayılabilir belki, fakat yine de hazmı zor, insanın içinde öfke biriktiren şeylerdi.

Mesela, benim için en unutulmaz örnek, aynı zamanda o yıl matematik öğretmenimiz olan müdür başyardımcısının ortaokulda, muhtemelen orta son sınıfta, bir pazartesi ya da salı günü beni belki de en çok sevdiğim ders olan matematik dersinden dışarı atmasıdır.

Ders zili çalmış, sınıfa girip yerime oturmuş, yeni ilginç şeyler öğrenmeye hazır bekliyorum. Fakat hafta sonu evci çıktığımda berbere gidip —kurallara aykırı olarak boyu bir santimetreyi geçen— saçlarımı kestirmeyi atlamışım (ya da belki sınırları zorluyorum, bu da çok mümkün tabii). Yıllar sonra meğer kendisinin Köy Enstitüsü mezunu ve eskiden Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)3 üyesi olduğunu, hatta sosyalist eğilimli falan olduğunu hayretle öğrendiğim, biz öğrenciler üzerinde Gestapo subayı izlenimi bırakan bu müdür başyardımcısı sınıfa girer girmez, ev ödevlerinden falan önce, öğrencilerin saç boylarını, kılık-kıyafetlerini kontrol ediyordu. Hemen bana dönüp ayağa kalkmamı emretti ve saçlarımı hafta sonunda neden kestirmediğimi sordu. Ben de kem küm ederek, unuttuğumu, fakat çarşamba öğleden sonra Bornova’ya gidip kestirmeyi düşündüğümü söyledim. "Demek saçlarını çarşamba günü kestirmeyi düşünüyormuş beyimiz... Derhal şimdi çık dışarı ve saçlarını kestir gel!" diye hışımla bağırdı. Şimdi hatırlamıyorum fakat belki aynı zamanda kulağımı çekerek kapı dışarı etmiştir herhalde; çünkü öyle bir tarzı vardı kendisinin...

Böylece o gün peş peşe iki matematik dersini ve herhalde bir-iki başka dersi daha kaçırmamın dönemin eğitim sistemi açısından saçlarımın boyunun bir santimi asla geçmemesinden daha az önemli olduğunu "öğretti" bana bu "güzide eğitimci". Başta okullar olmak üzere hayatın her alanını adeta kışlaya çeviren bir militarist anlayışla, topluma yukarıdan aşağı dayatılan Kemalist modernizmin ne olduğu ve nasıl gerçekleştirildiğine dair ilkokulun ilk gününden başlayan "eğitimim" böyle "ayrıcalıklı" bir "kolej" ortamında hız kesmeksizin, hatta artan dozda devam ediyordu.

Eğitim bakanlığının böylesi seçkin okulları için görevlendirdiği "seçkin" yöneticiler ve öğretmenler o zamanlarda böyle olunca özellikle benim gibi biraz asi mizaçlı öğrenciler için ders dışı saatlerin daha cazip olması son derece doğaldı. Akşam yemeği sonrasından yatma saatine dek yapılan (o zamanlar "mütalaa" denilen) akşam etütleri ve sabah kalktıktan sonra kahvaltı saatine dek yapılan sabah etüdü derslerden daha keyifli geçerdi. Gerek 5 ve 6. (lise 2 ve 3.) sınıflardan gerekse okulumuzdan mezun olup Ege Üniversitesinde okuyan eski öğrencilerden başımıza gözetmen olarak atanan "mütalaa abileri" de bazen kimi yöneticilerden ve öğretmenlerden bile daha ceberut olsalar da bu keyfi bozamazlardı. Bu etütlerde bizden ev ödevlerimizi yapıp ders çalışmamız beklenirdi. Fakat herkes bunu değişik ölçülerde yapsa da, zamanın önemli bir bölümünü de bazen türlü çeşitli muziplikler yaparak, bazen de kendi seçtiğimiz kitapları okuyarak geçirirdik.

O dönem, Batı dünyasını sarsan ‘68 kuşağı gençlik hareketleri, Beatles müziği vb. ile birlikte sosyal ve felsefi konulara ilgi duymaya başladığım, John Lennon’ın Imagine şarkısını keyifle dinlediğim, insanlığın barış, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik içinde yaşadığı bir dünya hayalleri kurduğum, ABD ile SSCB arasındaki silahlanma yarışını ve düşmanlığı anlamsız ve insanlık açısından tehlikeli bulduğum, Vietnam’daki savaşa son verilmesi için dünyanın dört bir köşesindeki barış gösterilerini hayranlıkla izlediğim yıllardı. Bunda kişisel eğilimlerin yanı sıra Erich Maria Remarque’ın da etkileri olmuştu herhalde.

Dünyanın bu iki en güçlü devletinin aralarında neyi paylaşamadıklarını pek bilmiyordum, buna pek kafa da yormuyordum henüz, fakat insanlığın toptan sonunu getirebilecek bir termonükleer dünya savaşının çıkmasına neden olabilecek silahlanma yarışına, yerel çatışmaların körüklenerek gerilimlerin tırmandırılmasına tepki duyuyordum. "İnsanlar konuşa konuşa anlaşılır" düşüncesindeydim. Hatta birkaç çeşit renkte kanvas kumaş alıp anneme —ön yüzünde ABD bayrağı, arka yüzünde SSCB bayrağı olan— özel tasarım bir çanta diktirmiştim. Gerçi son anda Türkiye’de orak-çekiç sembolünün yasak olduğunu, komünist propaganda yapmakla suçlanıp uzun yıllar hapse mahkum olmaya neden olabileceğini öğrenince çantanın bir yüzü SSCB bayrağı yerine sadece düz bir kızıl bayrak olarak kalmıştı mecburen. Yine de bu kadarı bile etrafta kaşların kalkması için yeterliydi. Çünkü öğretmenler, yöneticiler, veliler ve öğrencilerin hepsi sıkı "AtaTürk Milliyetçisi" idiler. Onların "Batı özentisi", hatta "hippi özentisi" olarak gördükleri benim gibi öğrencilerin sayısı bir elin parmakları kadar ya vardı, ya yoktu. Hal böyle olunca, benim o "gayrimilli" kılıklı çantamın garipsenip tepki çekmesi doğaldı. Hiç unutmam, böyle milliyetçi bir arkadaş bir gün okul avlusunda hışımla koşup gelerek çantama bir tekme savurmuştu. Ben de "hippi özentisi" bir pasifist, yani barışsever olarak hiç dalaşmayıp yoluma devam etmiştim sadece. Çok yıllar sonra o arkadaşın (liseden ya da üniversiteden sonra) ABD’ye gidip yerleştiğini ve çocuklarının Türkçe bilmediklerini öğrenince şaşırmıştım.

O dönemde dünya benim ilgiyle izlediğim bir dinamizme ve değişimlere tanık olurken, Türkiye —o zaman pek fazla farkına varmadığım, sadece gazete haberlerinden, fotoğraflardan gördüğüm— bir karanlık dönemden geçiyor, 1971-73 arası askeri darbe ve sıkıyönetim dönemini geride bırakıp yeniden görece özgürlük ortamına kavuşuyordu. Ben henüz on üç yaşındayken yaşanan 12 Mart 1971 askeri muhtırası öncesindeki öğrenci hareketleriyle ilgili tek hatırladığım, Bornova belediye otobüslerini kullanan Ege Üniversitesi öğrencilerinden bazılarının otobüs içine yapıştırdıkları "Bağımsız Türkiye", "6. Filo Defol" gibi sloganlar yazılı pullardı (artık bunlara sticker deniyor). 1971’deki askeri müdahaleye karşı çıkmış olan Bülent Ecevit, CHP genel başkanlığını İsmet İnönü’den devralmış, "CHP’yi devletin partisi olmaktan çıkarıp halkın partisine dönüştürme" amacını benimseyip "Halkçı Ecevit" imajı yaratmayı başarmış, böylece 1973 seçimlerinde partisinin oylarını %33’e çıkarıp açık arayla birinci olmasını sağlamış, Erbakan liderliğindeki Milli Selamet Partisi (MSP) ile koalisyon hükümeti kurmuştu. Fakat bu koalisyonun ömrü bir yılı bile bulamayıp onu Adalet Partisi (AP), Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Cumhuriyetçi Güven Partisinden (CGP) oluşan Milliyetçi Cephe hükümeti izlemişti. Bu hükümet değişikliğinin ülkenin siyasal yaşamına başlıca yansıması ise, genel olarak ülkedeki mevcut kısıtlı demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi şöyle dursun, daha daraltılmasından yana bir anlayışın yönetime gelmesinin yanı sıra, koalisyon ortağı MHP’nin gençlik örgütü olan Ülkü Ocakları mensuplarının "komünizmle mücadele" adına yürüttükleri silahlı şiddet ve terör eylemlerinin hızla artmasıydı.

İşte o yıllarda Konak meydanında, Bornova otobüs duraklarından —eve gitmek için bindiğim— Hatay yönündeki otobüslerin duraklarına doğru yürürken, sıra sıra seyyar kitapçılar olurdu. Kimi bir duvara, kimi bir otobüs durağının arkasına dayanmış tahta perdeler üzerine dizili kitaplar gelip geçenler tarafından incelenip satın alınırdı.

Dünyadaki sosyal ve politik sorunlara giderek daha fazla ilgi duyup kafa yormaya başlayan bir lise 2. sınıf öğrencisi olarak ben de (herhalde o yıl tanıştığımız felsefe dersinin etkisiyle) işe felsefe öğrenmekle başlamaya karar vermiş, kitapları bu gözle tarıyordum ki içimden "işte tam aradığım bu!" dediğim bir kitap dikkatimi çekti: Felsefenin Başlangıç İlkeleri.

İçindekiler listesinde yer alan alt başlıklar da bu ilk izlenimi doğrular nitelikteydi. Bunları ezbere tek tek sıralamam elbette mümkün değil, fakat günümüz teknolojisinin nimetlerinden yararlanarak aktarmak mümkün:

Felsefeyi Niçin Öğrenmeliyiz? Felsefe Öğrenmek Zor Bir Şey midir? Felsefe Nedir? Materyalist Felsefe Nedir? Felsefe Öğrenmeye Nasıl Başlamalıyız? Evreni Açıklamanın İki Biçimi. Madde ve Ruh. Madde Nedir? Ruh Nedir? Felsefenin Temel Sorusu ya da Sorunu. İdealizm ya da Materyalizm. Kim Haklı: İdealist mi, Materyalist mi? Üçüncü Bir Felsefe Var mıdır? Bilinemezcilik, vb...

Ben kitabın sayfalarını karıştırırken kitapçı yanıma yaklaşarak bana başka bir kitap uzattı ve "bu daha iyidir, bunu tavsiye ederim" dedi. Başımı çevirip o kitaba bakınca kapağında Sosyalist Felsefenin Başlangıç İlkeleri yazdığını gördüm. Tabii hemen kitapçıya "ben önce Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni okuyayım, sonra ona da bakarım" dedim. Kitapçı "yok," dedi, "bunlar aynı kitap, bak, ikisinin de yazarı aynı, Georges Politzer; içindekiler de tamamen aynı, sadece tercüme eden farklı ve bence bunun tercümesi daha iyi." Nitekim içindekiler listesini karşılaştırınca doğru söylediğini anladım ve tavsiye edilen kitabı aldım.

Böylece, sadece içindekiler listesine bakıp diğer sayfalara şöyle üstünkörü bir göz atarak, önce genel olarak felsefe hakkında başlangıç bilgileri öğrenip ancak ondan sonra farklı felsefe akımlarını —ve belki bu arada "sosyalist felsefe" her neyse onu da— inceleme planımı bozmayacağı düşüncesiyle (üstelik daha iyi çeviri olduğu belirtilen kitabın daha sahici adından kazın ayağının hiç de öyle olmadığı anlaşılabileceği halde!) alıp okumayı kabul ettiğim bu kitap benim için adeta Alice’in Harikalar Diyarına açılan tavşan deliği oldu. İşte bu kitabı okuduktan sonra hayatım tamamen değişti...

Aslında anlattığı genel olarak "sosyalist felsefe" bile değil, çeşitli sosyalist akımlar arasında 20. yüzyılda öne çıkan Marksist felsefe olan bu kitap lise 2. sınıf öğrencisi olarak benim üzerimde bir anda evrenin bütün sırlarını açıklayan, adeta büyüleyici bir etki yarattı. Marksist felsefe (diyalektik ve tarihsel materyalizm) beni öyle sardı ki zincirlerinden boşanmışçasına sıradaki kitapları okumaya başladım.

Sanırım onun ardından okuduğum ilk kitaplardan biri beni tozpembe hayaller alemine götüren En Güzel Dünya idi. Georges Politzer gibi, yine Fransız Komünist Partisinden birinin, Jean Baby’nin kaleme aldığı bu kitabı yıllar sonra tekrar bulduğumda tabii şimdi hiç hatırlamadığım ilginç şeylerle karşılaştım. İlk olarak, içindekiler listesinin bulunduğu sayfanın hemen ardından gelen özel bir sayfada sadece şu yazılıyor:

"Bizim idealimizde insanlar üzerinde zor kullanmanın yeri yoktur." -Lenin

Bunu izleyen iki yüz küsur sayfada oldukça detaylı bir "sosyalist cennet" tasviri yapıldıktan sonra, son (218.) sayfada yine Lenin’den çarpıcı bir alıntıya yer veriliyor:

"Eski kapitalist toplumun mirası olan kötülüklerin en büyüklerinden, belâların en kötülerinden biri de kitapla pratik yaşam arasındaki bağın kopmuş olmasıdır; oysa, çok zaman bu kitaplar kapitalist toplumu yalan olarak yansıtan ikiyüzlülükten ve aşağılık yalanlardan başka bir şey değildirler."

Şimdi dönüp bakınca burada yapılan (psikolojide yansıtma denen şeye benzer durum ya da söylem ile eylemin birbirinin zıddı olması) insana şaka gibi geliyor, insanın inanası gelmiyor.

Tabii bunları Komünist Manifesto (K. Marx – F. Engels), Doğanın Diyalektiği (F. Engels), Anti-Dühring (F. Engels), L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu (F. Engels), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (F. Engels), Alman İdeolojisi (K. Marx – F. Engels) gibi "temel eserler" izledi.

Bunların dışında, hafızamda iz bırakan kitaplardan biri de Milliyetçilik ve Enternasyonalizm idi. 1970’li yıllarda Büyük Britanya Komünist Partisi Merkez Komitesi ve Politbüro üyeliğinin yanı sıra uluslararası ilişkiler sekreteri olarak da görev yapmış ünlü bir komünist olan Jack Woddis bu kitabında —oldum olası militarizmin yanı sıra hiç hazzetmediğim— milliyetçiliğin güçlü bir eleştirisini yapıp enternasyonalizmi anlatıyordu.

Nitekim bu konu beni o kadar cezbetti ki okulda sınıf duvar gazetesine (panoya) koyduğum ilk yazıma kaynaklık etti. 1975 yılında Türkiye’de milliyetçilik ile enternasyonalizm arasındaki farkı göstermenin somut bir örneği elbette Kıbrıs sorununu milliyetçi değil, enternasyonalist bir açıdan ele almaktı. Türkler ile Rumlar arasında çıkar çatışmasından başka bir şey görmeyen milliyetçilik yerine ortak çıkarların daha fazla olduğunu ve uyuşmazlıkların barışçıl ve adil bir şekilde çözümlenebileceğini, çatışma yerine dostluk ve iş birliğini vurgulayan, Türk milliyetçiliğine dayalı resmi görüşle pek bağdaşmayan bu yazıyı gören (yıllar sonra yine sosyalist eğilimli olduğunu öğrendiğim) bir öğretmenden hemen uyarı aldım tabii. Bu yazının hem benim, hem öğretmenlerimin başını yakabileceğini, birilerinin dikkatini çekip resmi şikayet konusu olmadan hemen o yazıyı indirmemi söyledi.

Günlerden bir gün, bu tür kitaplar okuduğum dikkatini çeken bir arkadaş, sosyalizmle bu kadar ilgilendiğime göre, istersem mahallesinden birinin gittiği Genç Sosyalistler Birliği (GSB) adlı derneğe okul çıkışı birlikte gidebileceğimizi söyledi.7 Ben de kabul ettim. Bir hafta sonu Konak’ta Kemeraltı çarşısının başlarındaki bir binanın birinci katındaki derneğe gittik. Yönetim Kurulu üyelerinden bir tıp öğrencisi bize derneği tanıttı ve bu arada GSB’nin diğer "maceracı" gruplardan çok farklı olduğunu vurguladı. Örnek olarak da "toplum düzeni piramide benzer, piramidi nasıl üstten ittirerek devirmek daha kolaysa, mevcut toplum düzenini değiştirmek için üniversite öğrencileri çok değerli ve önemli bir yere sahiptir, biz o ‘maceracı’ gruplar gibi sosyalist gençlerin üniversite hayatlarını tehlikeye atmamaya dikkat ediyoruz" dedi. Bu piramit örneğini biraz garipsedim, sosyalist devrimde işçi sınıfının rolü üzerine Marksist görüşle pek bağdaştıramadım fakat genel olarak anlattıkları bende güven uyandırdı. İçinde yaşadığımız bu adaletsiz düzenin aşılması kapitalizmden sosyalizme geçilmesiyle mümkündü ve bu da ancak işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşebilirdi; 1960’ların sonlarında bazı devrimci gençlik örgütlerinin işçi sınıfından ve halktan kopuk silahlı mücadele yoluna girmeleri çok yanlış olmuştu ve artık bundan ders çıkararak hareket etmek gerekiyordu. Böylece GSB’ye gidip gelmeye de başladım.

Felsefe kitaplarının ardından —ağırlıkla Marx’tan ve Lenin’den— kapitalizm, sınıf mücadeleleri, devrim ve sosyalizm üzerine kitaplara geçtim. Bunların çoğunu o yaz Konak meydanındaki —hayatımı değiştiren o ilk kitabı satın aldığım— seyyar kitapçılardan birinde çalışırken okudum. Üzerine kitaplar sıralı bir tahta perde ve bir-iki portatif masadan ibaret bu seyyar kitabevinin sahibi GSB’nin gayriresmi olarak bağlı olduğu Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) İzmir il örgütünden biriydi. Nasıl oldu da burada çalışmaya başladım şimdi hatırlamıyorum. Herhalde ya dernekte veya nadiren uğradığım partide ya da oradan kitap alırken sohbet sırasında gündeme gelmişti. Çevremde benim yaşımdaki çocuklar genellikle yaz aylarında çeşitli işlerde çalıştıkları halde 1975 yazına dek ben —belki uygun bir iş ya da işveren denk gelmediğinden— hiç çalışıp para kazanmamıştım. Böylece bu da hayatımdaki bir ilk oldu. Fakat cebime pek para girdiği de yoktu. Çünkü emeğimin karşılığını nakdi değil ayni olarak, yani kitap olarak almayı tercih ediyordum. Müşteri beklerken teşhirdeki kitapları okuyor, ücret yerine aldığım kitapları ise boş zamanlarımda, hatta okulda etüt saatlerinde, hatta bazen ders saatlerinde bile okuyordum.

Bir defasında —sanırım artık Türk öğretmenlerin verdiği İngilizce dersi sıkıcı gelmeye başladığından— İngilizce öğretmenlerinden biri beni ders sırasında Stalin’in Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm kitapçığını okurken yakalamış ve şansıma sadece bu yaşta böyle kitaplar okuduğuma şaşırdığını söylemekten öte bir şey yapmamıştı. Bir de —herhalde derse ilgimi çekmek amacıyla— artık sık sık benden derste işlenen konuyu "diyalektik materyalist açıdan" yorumlamamı istemeye başlamıştı.

Tabii aynı sıralarda sosyalizme ilgi duymaya başlayan başka arkadaşlar da vardı okulda ve aramızda kitap, bilgi ve fikir alışverişleri de yapıyorduk. Bu süreçte yavaş yavaş sayımız da artıyordu. Sonunda bu sayı (gazete satışlarına bakılırsa) altmışa yakın, yani bizim dönem öğrencilerinin yarısı kadar olacaktı. Fakat bu formel bir örgütlenme rakamı değil, GSB üyesi denebilecek beş-altı kişi etrafında halka halka oluşan, sınırları belli belirsiz bir topluluktu. Kitapların yanı sıra GSB’lilerin çıkardığı on beş günlük Sosyalist Gençlik gazetesini de okuyup okulda el altından satış ve dağıtımını yapıyorduk. Bu gazetedeki bir haberde İstanbul’daki bir lisede öğrencilerin çeşitli taleplerinin yerine getirilmesi için boykot yaptıklarını, bu talepler arasında Öğrenci Birliği kurmak istediklerini okumuştum. Ayrıca 1974 yılında (1. Ecevit hükümeti döneminde) yapılan 9. Milli Eğitim Şurası kararlarından birinde (herhalde öğrencilerin çok yönlü gelişimine olumlu katkısı olacağı düşüncesiyle) eğitsel kol başkanlarından oluşan bir Öğrenci Yönetim Kurulunun öngörüldüğünü de öğrenince, arkadaşlarla gelecek (1975-76) ders yılında okulumuzda bu yönde bir çalışma başlatmaya karar verdik. Çünkü böylesi her türlü hak mücadeleleri ve örgütlenme hareketleri demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin gelişmesine ve bu doğrultudaki çalışmalara yardımcı olabilirdi.

 

Kapat