28 Şubat Sürecinin Aktörleri

28 Şubat süreci aktörlerinin tavırları, düzenli seçimlerin yapıldığı sıradan bir demokrasi gözönüne alındığında oldukça ironik görülebilecektir. Nitekim tüm aktörlerin tutumlarını özetleyen bir örnek bu ironinin boyutlarını gözler önüne sermektedir. Buna göre enflasyonu 30 puan aşağıya indirmiş ve 90’lı yıllar boyunca işçi ve memura en fazla zammı vermiş olan bir hükümeti devirmek için işçi ve işveren sendikaları (Türk-İş, DİSK, TESK, TÜSİAD, TİSK) işbirliğine giderek zinde güçlere katılabilmiştir (Çaha, 1999 s. 120). Bu açıdan sürecin bütün aktörlerinin hemen hepsinin sınıfta kaldığı, ama sınıfsal olarak da bundan oldukça hoşnut olduklarını, aktör olmakla birlikte içtimaî ve siyasî bir meşruiyetlerinin olmadığı söyleyebiliriz.

Yargı, Üniversiteler ve Medya

Türkiye’nin en istikrarlı kurumlarından yargı askerî darbelerden dahi etkilenmemeyi başarabilmiştir. Bu anlamda Türkiye’de yargının “tam bağımsızlığından” söz edilebilir. Yargının kendisi de bu bağımsızlığı korumakta oldukça kararlı davranmıştır. Öyle ki yargı, bu bağımsız konumunu 28 Şubat sürecinde de korumuş, Genelkurmay Karargâhı’nda yapılan “irtica brifingi”ne, bahsi geçen kararlılığı göstererek, hem pozitif hem de doğal hukuktan bağımsızlığını kullanarak, “art niyetli” Adalet Bakanı izin vermediği hâlde, bakanın yazılı uyarısını hâkim ve savcılara ileten Ankara Cumhuriyet Başsavcısı dâhil olmak üzere “tam kadro” katılmıştı. Sabah haberi “Türkiye sizinle gurur duyuyor” şeklinde verdi. Manşetin altındaki büyük bir resimde hâkim ve savcıların karışık bir şekilde oturduğu görülüyordu. Resmin altındaki yazıda ise salonun yetmediği, ek sandalye getirildiği, bu davranışlarıyla Cumhuriyet’e sahip çıkmış olduklarına ve brifing bittiğinde 10 dakika ayakta alkışladıklarına değinilmiş. Gelelim spotta yazılana: “Hâkim ve savcılarımız Adalet Bakanı’nın tehditlerine rağmen laik Cumhuriyet’in emrinde olduklarını gösterdiler ve irtica konusundaki brifinge akın akın katıldılar (Sabah, 11.06.1997).”

Üniversitelerin “büyük koalisyona” “resmi” girişleri 1960 Darbesi’nde yayınladıkları darbe fetvası ile oldu. Bu bildiride darbenin, “…meşru ve sosyal nizamı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi sayıyoruz” denilmişti. Aynı profesörlere geçici anayasa hazırlama görevi de verilmişti (İba, 1998 s. 184). Askerler, “öyle bir anayasa yapın ki bir daha ihtilâl olmasın” isteğinde bulunmuş, “ihtilâlin Anayasa’yı ihlal anlamına gelmediğini saptayan hukukî bir fetva hazırlamaya daha kararlı” olan hocalar da 1 Sayılı Yasa’yı hazırlamıştı. Bu maddeyle ordunun, “Türk milleti adına hareket ederek iktidara el koyduğu ve iktidarı geçici olarak MBK’ya “emanet” ettiği” ifadelerine yer vermek suretiyle, “Cumhuriyet Koruma ve Kollama” sözcüğünü askerî müdahalelerin hukukî formülü hâline getirmişlerdi (Öztürk, 1993 s. 113-114). Üniversiteler sistem içindeki rollerini 28 Şubat sürecinde de oynamaya devam ettiler. Nitekim dönemin YÖK Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Rektörü süreç boyunca Genelkurmay’la koordineli bir çalışma yürütmüştür.Yine sembolik bir örnek vermek gerekirse, sekiz yıllık kesintisiz eğitim Meclis’te yasalaşınca ODTÜ Rektörü Süha Sevük, “Hepimiz kabul etmeliyiz ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin baskısı olmasaydı, parlamentomuz bu kanunu çıkarmazdı” demiştir (Hürriyet, 24 Eylül 1997).

Medyaya gelince, Can Kozanoğlu’nun, “Televizyon kanalları ve gazete-dergi piyasasına egemen olan kuruluşlar, medya çağında ‘entegre çıkar kollama organizasyonları’nın en büyük ayağı belki de. Çünkü toplumsal engellere göğüs germe görevi onlara düşüyor (Karalı, 2005 s. 195)”sözlerini haklı çıkaran örneklerle dolu bir dönemdi 28 Şubat süreci. Basının muhtıranın verilmesi ve “siyasî yeniden-biçimleniş”te aldıkları tavır ve rollere bölüm boyunca değinilmişti. Burada yalnıza küçük bir karşılaştırma ekseninde verilecek birkaç numune örnekle yetinilecektir.

Henüz RP iktidara gelmeden önce o zamanın Türkiyesi’nin en büyük iki medya grubu olan Sabah ve Doğan grupları birbiriyle savaş hâlindeydi. Ilıcak’tan yapılacak iki alıntı bu savaşı özetler gibidir:

Bakın Milliyet ve Hürriyet gurubu bir zamanlar, Sabah grubu için neler yazmış:

“Kurulduğu günden itibaren temiz Türk basınına bir leke gibi yapışan Sabah zihniyeti, basın dışı işlerde artık sınır tanımaz bir noktaya gelmiştir. Promosyon sahtekârlıkları, reklâm almak için işadamlarına şantajlar siyasî partiler arasında kuryelik, iktidar yapıcılığı, rüşvetçilik, yalan habercilik, okuyucuya saygısızlık Türk basınına Sabah gazetesiyle girdi…”

Şimdi de Sabah’ın Aydın Doğan için yazdıklarına ufak bir örnek:

“Sayın Aydın Doğan sizi iki nedenle utanmaya davet ediyoruz. Birincisi Sirkeci’de otomobil bayisiyken satın aldığınız Milliyet ve daha sonra satın aldığınız Hürriyet gibi sizden çok önce varolan basının iki köklü kurumunu düşürdüğünüz zavallı, acınacak durum için. Bu iki eski köklü gazeteyi hem saldırı amacı olarak kullanıyorsunuz hem de Dışbank ve ray sigorta örneklerinde olduğu gibi devletten avanta toplamak için…”

Yukarıda yazılanlar Kasım 1995 kavgasından sadece ufak bir kesit…

Peki, ne değişmişti? Bu iki kanlı bıçaklı gücün “ortak bir dava” uğruna bir araya gelmelerindeki sebep “rejimin içine düştüğü tehlike” miydi? İspanya örneğinden yola çıkarsak sorumuza yanıt bulabiliriz. 23 Şubat 1981’de İspanya’da darbe girişimi yaşanır. Ülkenin en ciddî ve en çok satan gazetesi El Pais’in yazı işleri toplanır. ‘Ne yapmalı’ diye sorulur. Gazete olarak varlıkları anayasa ve demokrasinin devamına bağlıydı. Derhal bir erken baskı çıkarılır ve Madrid sokaklarında dağıtılmaya başlanır. El Pais’in o günkü manşeti şöyledir: “Ülke ve Ulus Anayasanın Yanında! Yaşasın Anayasa! (Cemal, 2010 s. 39)” Aynı tabloyu Türkiye’ye uyguladığımızda karşımıza ilginç bir tablo çıkacağı aşikârdır. Daha ilginç bir konu basının, diğer darbelerden farklı olarak 28 Şubat sürecinde daha pervasız olduklarıydı. Öyle ki basın, darbeye çanak tutmanın dışında askerin aktif siyaset içindeki rolünü de inanılmaz ölçülerde normalleştiriyor, asker-sivil ilişkilerinde tavrını, her ne kadar “biz de darbe istemiyoruz, sadece olanları anlatıyoruz” deseler de, askerden yana koyuyordu.

Türkiye’de basının, özellikle “kritik dönemler”de kötü bir sınav verdiğinden sıkça bahsedilir. Ancak bize öyle geliyor ki, yapılan hiçbir yorum bizzat basının içinden birinin, hem de bir medya patronun yorumundan daha etkili olamaz. 28 Şubat döneminde, Hürriyet’i bile geride bırakarak neredeyse Genelkurmay Başkanlığı’nın bir “emir eri” hâline gelen, Etibank münasebetiyle 2002’de DGM’lik olan Sabah gazetesinin sahibi Dinç Bilgin şunları söylüyordu:

“... her şey zıvanadan çıktı. Söylenmemesi gereken şeyleri söyledik. Yapılmaması gereken şeyleri yaptık. Gazeteler… hadlerini aştılar. Hükümet yıkıp, hükümet kurmaya başladılar. Enerji başta olmak üzere bütün kamu ihaleleri medya patronlarına dağıtılır oldu. Medya patronları köpekbalıkları gibi her şeye saldırdılar. Her patronun bir bankası vardı. Bunun dışında kalamadım... psikolojik harp vardı. Devletin bazı kademelerinde uzman kişilerce bir plan hazırlanıyor ve uygulama devreye sokuluyordu. Birileri bildirileri bize uçuruyor ve yayımlamamızı istiyor... her gazetenin askerle teması vardı (Cemal, 2010 s. 267).”

Medya bu süreçte sadece askerden yana tavır almak gibi “onursuz” bir pozisyona düşmemiş, bunu yaparken de oldukça rahat davranabilmiştir. Örneğin Sabah, “Hoca’nın en zor haftası (Sabah, 26.05.1997)” manşetiyle verdiği haberin spotunda şu ifadeleri kullanıyordu: “Koltukta eğreti oturan Başbakan bugün dinci subayları ihraca “evet” diyecek, Cumartesi MGK’da hesap verecek.” Filmin sonunun ve “paylaşım”ın reforme edilmesinin yakın olduğu hesaba katılırsa, “hükümet askere hesap verecek” diyen Sabah’ın bu haysiyet-şeref-vicdan-namus yoksunu tutumu daha iyi anlaşılabilir. Basının tavrını gösteren daha net örnekler de vardır. Örneğin 31 Mayıs tarihli MGK öncesinde, komutanların Demirel’i eleştirdiğini haber yapan muhabir askerlere “Gazetelerdeki MGK haberlerini nasıl buldunuz, bir eksiğimiz, yanlışımız var mı?” diye sormuş ve şu cevabı almıştı: “Yanlış veya eksik yok. Gayet güzel (Karalı, 2005 s. 227).”

Basının öneminin asker de farkındadır. Nitekim 2003’ten sonra hazırlanan bir dizi darbe planından biri olan Sarıkız adlı darbe planının birinci maddesinde şu yazmaktadır: “Önce basını ele geçirmeye çalışacaktık (Cemal, 2010 s. 84).” Medya desteği olmadan yeni bir 28 Şubat’ın mümkün olamayacağı malûmdu. Kuvvet komutanları, bu yüzden 2003’ün sonu ile 2004’ün başında hem medya hem büyük iş dünyasıyla aralarında doğrudan kanallar açmaya koyuldular.

Yıllar sonra gazete yazarları 28 Şubat süreciyle ilgili günah çıkarmış, sürecin operasyonel niteliğine ve medya-ordu ilişkilerine ışık tutmuşlardı. Bunlardan en ilgi çekici olan Can Ataklı’nın Zaman Gazetesi’ne yaptığı açıklamalar ise yalnızca bahsi geçen boyutları değil, aynı zamanda operasyonun çoğu zaman ortaya çıkarılması güç yönlerini de deşifre eder nitelikteydi.

Son olarak basının gayretlerinin sebebini ara yol hükümeti Devlet Bakanı Güneş Taner de ortaya koymuştur: Nitekim Taner, 1983-1997 yılları arasında Bilgin’in Medya Holding’ine 200, Doğan’ın Doğan Holding’ine 425 milyon dolar devlet desteği sağlandığını, tüm medya desteğinin yüzde 90’inın bu iki gruba gittiğini belirtmiştir (Yeni Şafak, 08.01.1998).

Kapat