Bireycilik
Atilla Yayla, Liberalizm, ss. 154.
Liberalizmin tek vasıflı bir tanımlamasını yapmak gerekseydi, herhâlde, “liberalizm bireyci bir toplum sistemidir” demek yeterli olurdu. Bütün klâsik liberal yazarların eserlerinde, yüzeysel bir okuyuşla dahi, bu noktayı tespit etmek gayet kolaydır. Gerek Smith’de, gerekse Spencer ve Bastiat’da, nihâyet onların mirasçıları olan 20. Yüzyıl liberal yazarlarında “birey” sosyal teorinin odak noktasını teşkil etmektedir.
Bununla beraber, bireycilik çok değişik anlamları olan bir kavramdır. Bazen sırf ekonomik bir kavram olarak ele alınıp, laissez-faire ile özdeşleştirilmekte, bazen de kişisel sorumluluğu ifade eden bir deyim olarak kullanılmaktadır.
Kelimenin kaynağı bakımından incelendiğinde, bireyciliğin, aynen “sosyalizm” terimi gibi, Saint-Simoncular ve modern sosyalizmin kurucuları tarafından yaratıldığı görülmektedir. Onlar bu deyimi, karşı oldukları rekabetçi toplumu ifade etmek için kullanmışlar, kendi savundukları merkezden plânlamalı toplumu ifade etmek için ise sosyalizm terimini bulmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında, sosyalizmle bireyciliğin karşıt tezler olduğu görüşünün gelenek hâlini aldığı ve bugün de geçerliliğini koruduğu anlaşılmaktadır. Ancak, bireyciliğin entelektüel gelişimi ilk önce Locke ile başlamış, izleyen yüzyıllarda Mandeville, Hume, Tucker, Ferguson, Smith ile devam etmiştir. 19. Yüzyıl’da S. Mill, Spencer, Bastiat; 20. Yüzyıl’da ise Mises, Hayek, Rand, Friedman, Nozick, David Friedman, Murray Rothbard bireyciliği savunan isimler olarak düşünce tarihinde yerlerini almışlardır. Bu bakımdan, bireyciliğin tarihiyle liberalizmin tarihi bir anlamda aynı şeydir.
Liberalizmin bireyciliği hem ontolojik hem de metodolojik bir bireyciliktir. Esasen, bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Onun için liberalizmin bireyciliğinin, ontolojik ve metodolojik veçheleri olan bir bireycilik olduğunu söylemek daha doğrudur. Bununla beraber ontolojik bireyciliği reddeden ve ağırlığı metodolojik bireyciliğe veren birçok liberal yazar vardır. Bunun başlıca sebebi, ontolojik bireyciliği benimsemenin, liberalizme karşı olanlarca, toplumun reddedilmesi gibi algılanmasıdır.
Liberalizme göre, birey temel varlıktır. Bireyin varlığı, sınıf, halk gibi “bütün”lerin varlıklarından daha gerçektir. Bireyin, insan toplumlarının her türlü kurum ve yapılarının üstünde olduğunu ise, söylemek bile gereksizdir. Liberalizmde bireye toplumdan veya diğer herhangi bir kolektif bütünden daha fazla bir ahlâkî değer atfedilir. Birey teorik olarak toplumdan önce var olmuştur ve dolayısıyla bireyin hakları da toplumdan önce vardır. Tabiî haklar anlayışının temelinde bu fikir yatar.
Klâsik liberalizmin “birey” anlayışı, gelenek içinde yer alan bütün yazarlarca değişik biçimlerde anlatılmış olmakla beraber, en yetkin ifadesini Kant’ta bulmuştur. Kant’ın özgür bireyi, doğal nedensellik sahasının dışında, aşkın (transcendent) bir varlıktır. Ampirik, moral ve politik bakımdan bu doktrin liberal hümanizmin kalbinde yatmaktadır. Bireyin ahlâkî ve manevî bir bütün oluşunu böylesine yetkin biçimde ortaya koyması, Kant’ı, aslında doğrudan doğruya sosyal bir teorinin kurulmasına yönelik yazılarının diğer yazarların yazılarına oranla daha az olmasına ve liberal düşünce geleneğindeki yerinin tartışılmasına rağmen öne çıkarmaktadır.
Kant’a göre insan kendi başına bir son, bir amaçtır; asla ve kesinlikle bir araç olarak görülemez. İnsana bu niteliği kazandıran, akıl sâhibi bir varlık olmasıdır. Akıl sâhibi yegâne varlık olmasından dolayı da, akıl sâhibi olmayan diğer varlıklardan ayrılmakta, onlardan farklı bir varlık türü teşkil etmektedir. Bunun neden böyle olduğunu ve hangi sonuçlara yol açtığını Kant’ın kendi satırlarından izleyelim:
Şimdi diyorum ki; insan ve genel olarak her akıl sâhibi varlık, şu veya bu isteme için rastgele kullanılacak sırf bir araç olarak değil, kendisi amaç olarak vardır; ve gerek kendi ve gerekse başka akıl sâhibi varlıklara yönelen bütün eylemlerinde hep aynı zamanda amaç olarak görülmelidir(...) Var oluşları bizim istememize değil de, doğaya dayanan varlıkların, akıl sâhibi varlıklar olmayınca, yine de araç olarak göreli bir değeri vardır, bu yüzden onlara şeyler denir; oysa akıl sâhibi varlıklara kişiler denir, çünkü onların doğal yapısı bile, onların kendilerini amaçlar olarak, yani sırf araçlar olarak kullanılmayacak şeyler olarak gösterir, böylece de her türlü kişisel tercihi sınırlar (ve bir saygı konusudur).
Tek başına bu paragraf dahi liberal teori açısından son derece anlamlı ve önemli sonuçlar vermektedir. Kant, insanın diğer varlıklar gibi, sıradan, herhangi bir “nesne” (şey) olmadığını, bundan dolayı da araç olarak görülemeyeceğini, kendi başına bir amaç olduğunu vurgulamakla kalmamaktadır. Deontolojik bir ahlâk anlayışı geliştirmektedir. Bu ahlâk görüşüne göre, bireyin eylemlerinin belirli somut sonuçlara yönelmesi değil, ahlâkın temel ilkelerine, Kant’ın tâbiriyle kategorik emperatife (kesin buyruk) uyması önemlidir. Kantçı deontolojik ahlâkın tek kategorik emperatifi vardır ve o da şudur: “Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin maksime göre eylemde bulun.” Diğer bütün ödev buyrukları bu ilkeden (buyruktan) türetilir.
Kant’ın “ödev ahlâkı”nın bu temel maksimi insanlara, insana yönelik davranışları açısından iki yönlü bir görev yükler. Hem kendisine hem de diğer insanlara bakışında, insanı, insan olarak, yani birer araç olarak değil amaç olarak görmesini ister. Kant, bunun, kategorik emperatifin pratikleştirilmiş şekli, başka bir deyişle “pratik buyruk” olduğunu belirterek şöyle ifade eder:
Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun.
Şu hâlde insanlar, insanların bu temel özelliğinin bilincine varmalı ve beşerî ilişkilerini ona uygun olarak oluşturmalıdır.
Gerek Kant’ın gerekse bütün olarak klâsik liberalizmin bireyin temel ontolojik gerçeklik olduğunu vurgulaması, doğal olarak, “toplumun varlığı”nın bireye nispetle ikinci plânda düşünülmesine yol açar. Dolayısıyla, birey, bazı yazarlarca ondan daha gerçek ve yüksek bir varlık olduğu düşünülen “toplum”, “millet”, “sınıf ” gibi herhangi bir bütünün amaçlarını gerçekleştirmenin aracı değildir. Ne kadar “ulvî”, “asil” veya “rasyonel” olduğuna inanılırsa inanılsın, bireyin, bireyin amaçları dışındaki varlıkların amaçları için “araç” ve “malzeme” olarak kullanılması hoş görülemez.
Klâsik liberalizm, “toplumun çıkarı”, “kamu çıkarı”, “toplumun iyiliği” (public good), “ortak iyi” (common good) gibi kolektif bütünlere hasredilen kavramların ne olduklarının çoğu zaman belirsiz olduğuna inanır. Bireylerin bireysel çıkarlarının dışında ve onlardan üstün birtakım “ortak çıkarlar” olabileceği fikrini benimsemez. İyilik, bireylerin iyiliğidir. Toplumun iyiliği müphem, muğlâk bir kavramdır. Bir bireyi toplumun veya başka bir bütünün iyiliği için kullanmak demek, onu bir araç durumuna düşürmek; onu, bir nesne gibi muamele ederek kişilikten uzaklaştırmak, “şey” yapmak; ve hatta bazen onu başkalarına kurban etmek demektir.
Bir kolektif bütünün çıkarı olsa olsa üyelerinin bireysel çıkarlarının toplamı olabilir ki, bu formül de ortak çıkarı cisimlendirmeye yeterli değildir. Bu tarz bir ekleme çıkarma, hem yapılamaz hem de teorik olarak yapılabilse de fiilen uygulanabilir değildir. Bir konuda herkesin hem fikir olması nâdiren görülür ve ancak bu durumlarda belki bir ortak çıkarın varlığından söz edilebilir. Örneğin, Spencer’ın belirttiği gibi, millî savunma konusu, üzerinde herkesin oybirliğine varabileceği ender konulardandır ve burada bir “ortak çıkar” olduğu söylenebilir. Buna benzer birkaç istisnaî durum dışında ortak çıkardan söz etmek anlamsıdır.
Liberalizm, ontolojik bireyciliğinin doğal sonucu olarak metodolojik bakımdan da bireycidir. Yani insan eylem ve davranışlarını incelemeye bireysel insanlardan başlar, insanın dışında veya üstünde olduğu varsayılan sınıf, halk gibi kolektif bütünlerden değil. Aksi yolu izlemek, yani bireysel insanı ihmâl ederek bilimsel çalışmaya kolektif bütün bazında başlamak ve oradan insan hakkında bazı sonuçlar çıkarmaya çalışmak yanlış ve yararsızdır. Aynı Rand’ın dediği gibi, bu, bireysel yıldızlarla ilgilenmeden astronomi çalışmaya benzer beyhude bir çabadır.
Liberal bireyciliğin ne olduğunu anlamanın daha iyi bir yolu, belki de, ona yöneltilen eleştirilere ve liberal yazarların verdiği cevaplara bakmaktır.
Bireyciliğe çeşitli düşünce okulları tarafından eleştiriler yöneltilmiştir. Genellikle söylenen şey şudur: Liberalizmin ortaya koyduğu birey fikri boş bir soyutlama, bireycilik ise nominalistik (adı var kendisi yok) bir hayâldir. Bireyi toplumdan ayrı düşünmek mümkün değildir. Bireyi birey yapan da zaten toplumdaki yeri ve diğer insanlarla olan ilişkileridir. Toplum olmadığı vakit bireyin varlığından da söz edilemez. Bireyi anlamak için önce toplumu, bireyin içinde yer aldığı ortamı anlamak gereklidir.
Liberallerin bu eleştirilere cevapları, Mises’in satırlarından özetlenebilir: Bütün sosyal eylem ve davranışlar, bireyler tarafından yapılır. Bir kolektif bütün de kendi başına değil, bir veya birkaç kişi aracılığıyla işler. Her sosyal eylemin karakteri bireylerce belirlenir. Kolektif bütün, bireysel üyelerinin dışında hiçbir varlığa veya eyleme sâhip değildir. Bir kolektif bütünün hayatı onu oluşturan bireylerin eylemlerinde yaşanır. Bireylerin eylemleriyle işlemeyen hiçbir kolektif varlık yoktur. Dolayısıyla, bir kolektif bütünü tanımanın yolu da, bireylerin eylemlerinin incelenmesinden geçmektedir. Aksini yaparak, yani ne olduğu tam olarak bilinmeyen, sınırları belli olmayan toplum gibi bütünleri inceleyerek bireysel insan hakkında bir şey öğrenmek mümkün olamaz.
Dil, işbirliği, akıl gibi özellikler de bireylerde gelişmiştir. Kolektif bütünler, gözle görülebilir varlıklar değildir. Milletler, devletler, dinî kurumlar, toplumsal işbirliği, ancak belirli bireylerin eylemlerinde farkedilebilir. Bir kolektif bütün, ancak ve ancak üyelerinin eylemlerinde var olabilir. O yüzden, insan eylemleri üzerinde çalışmaya kolektif bütünlerden başlamak yanlıştır. Mises’in verdiği örnekle, bir yerde toplanmış bir kalabalık gördüğümüz vakit, onun gelişigüzel bir kalabalık, bir kitle mi, yoksa bir sosyal “entity” (varlık), bir sosyal organizasyon mu olduğunu, ancak onların kendilerine atfettiği mânâ ile, yani bireylerin cevaplarıyla anlayabiliriz. O kolektif bütünün mevcudiyetini kavramamızı sağlayan şey idrak (understanding) değil, bir zihnî süreçtir. Bu yüzden liberalizm metodolojik olarak da bireycidir, insan davranışlarını incelemeye bireysel insanlardan başlar.
Bireyciliği gerçek ve sahte bireycilik olarak ikiye ayıran; Locke, Hume ve Smith’in bireyciliğini gerçek, Ansiklopedistlerin, Rousseau’nun ve Fizyokratların Kartezyen rasyonalizme dayanan bireyciliğini sahte bireycilik diye niteleyen Hayek, bireyciliği, liberalizmle özdeşleştirerek ele almaktadır. Hayek’e göre gerçek bireyciliğin iki temel özelliği vardır:
- Bireycilik esas olarak bir toplum teorisidir; insanın sosyal hayatını belirleyen güçleri anlama teşebbüsüdür.
- Bu toplum görüşünden kaynaklanan bir siyasal düsturlar dizisidir.
Bireyciliğin bu özellikleri, Hayek’e göre, bireyciliğin, toplum içinde yaşayan, karakteri ve özellikleri toplum içindeki varlığınca belirlenen insanlardan işe başlamak yerine, tecrit edilmiş, kendi içine kapanık (self-contained) bireyler varsayımıyla hareket ettiği yolundaki yaygın ve yanlış inancı yalanlamaya yeterlidir. Eğer, gerçekten, bireyler, toplumdan tamamiyle tecrit edilmiş varlıklar olsaydılar, bireyler üzerinde yapılacak çalışmalar bize toplumu anlamamız konusunda hiçbir şekilde yardımcı olamazdı. Oysa, liberal bireyciliğin metodolojik yaklaşımı şudur: Sosyal fenomenlerin anlaşılması yolunda, diğer bireylere yöneltilen ve onların beklenen-tahmin edilen davranışları tarafından yönlendirilen bireysel eylemlerin incelenmesiyle yürünmesi yönteminden daha elverişli bir metot yoktur. Bu yöntem, toplum, sınıf vs. gibi, kendilerini oluşturan bireylerden bağımsız olduğunu kabûl ettiği varlıkları, doğrudan doğruya bir bütün olarak anlamaya muktedir olduğunu öne süren kolektivist yaklaşımın zıddıdır. Diğer taraftan, pratik bakımdan yine kolektivizme vücut veren “rasyonalist sahte bireycilik” de Hayek’in metodolojik bireyciliğiyle uzlaşmaz.
Hayek, gerçek bireycilikle sahte bireycilik arasındaki farkı şu şekilde ortaya koyar: Gerçek bireycilik, insan ilişkilerinde ortaya çıkan düzeni, bireysel eylemlerin öngörülmemiş, önceden hesaplanmamış bir sonucu olarak görürken; sahte bireycilik, bu düzeni, bilinçli ve plânlı insan düzenlemesi olarak ele alır. Yani her iki bireycilikte bireysel aklın yeri farklıdır. İlkinde aklın insan ilişkilerinde oynadığı role nispeten az yer verilir ve insanın, sâhip olduğu şeyleri, bireysel aklın sınırlı ve mükemmellikten uzak olmasına ve kısmî yetersizliğine rağmen kazandığı kabûl edilir. İkincisinde ise, gücü abartılmış bir akla bütün insanların sâhip bulunduğu, insanın kazandığı her şeyin bireysel aklın ürünü olduğu ve bundan dolayı da onun kontrolünde tutulması gerektiği söylenir. Gerçek bireycilik, insan aklının, bireyleri, kendilerinin yapabileceğinden daha büyük şeyler yapmaya yarayacak sosyal sürece yönelik bir alçak gönüllülük tavrını benimsemeye teşvik eden sınırlılıklarının bilincinin ürünüdür. Sahte bireycilik ise, bireysel aklın gücüne aşırı bir inancın ve bunun sonucu olarak akıl tarafından dizayn edilmemiş, yahut aklın bütünüyle kavrayamadığı her şeyi küçümsemenin ağır bastığı bir yaklaşımdır.
Bireyciliğe yönelik yaygın eleştirilerden biri, bireyciliğin, insanın bencilliğini onayladığı ve teşvik ettiğidir. Pek çok kişinin bireyciliğe sempati duymamasının sebeplerinden biri budur. Ancak bireyciliğin bencilliği onayladığı ve teşvik ettiği doğru değildir. 18. Asır’ın büyük yazarlarının dilinde, kendini sevme ve bencil çıkarlar terimleriyle evrensel güdüler ifade edilmiş ve bu terimler esas olarak hâkim olduğuna inanılan ahlâkî bir tavra işaret etmek için kullanılmıştır. Bununla beraber, bu terimler, dar anlamda, yani bireyin anlık ihtiyaçlarıyla ilgili bir egoizm manâsına gelmemiştir. “Self” kavram şüphesiz aileyi ve arkadaşları da kapsamıştır. Bireycilik, aileyi ve diğer din ve dil topluluklarını da birey kadar meşru kabûl etmektedir.
Fakat bu ahlâkî tavırdan daha önemli ve asıl tartışılması gereken bir nokta vardır. Öyle ki, onun yüzünden, bireyin bencil kişisel menfaatleri peşinde koşup koşmadığını tartışmak bir bakıma anlamsız olmaktadır. İnsan bütün toplumun ancak küçük bir parçasını bilebilir ve bu yüzden eylem alanı da, eylemlerinin sonuçları da kendisinin merkezini teşkil ettiği bu küçük, daha doğrusu, bütün sosyal dünya ile karşılaştırıldığında küçücük alanla sınırlıdır. O bakımdan, insanın tamamen bencil mi, yoksa diğerkâm (altruist) mı olduğu önemli değildir; çünkü, onun hareket ve etki alanı dünyanın ihmâl edilebilecek kadar küçük bir alanını kaplar. Asıl soru, kendisinin bilgi ve ilgi alanına giren konularda, kendi amaçları için serbestçe hareketine müsaade mi edileceği veya daha yetkin bir anlayışa sâhip olduğu farzedilen başka biri tarafından toplum için daha önemli görünen eylemleri yapmaya mı zorlanacağıdır.
Hayek’in bireycilik hakkındaki yanlış arayışlar arasında saydığı bir diğer argüman, herkesin kendi menfaatini en iyi kendisinin bileceğidir. Oysa, hiç kimsenin en iyiyi bilmesi mümkün değildir. Mesele, bireyin iyi addettiği şeyleri bulmasının, herkesin istediğini denemesinin ve yapabileceğini görmesinin yolunun açık olmasıdır. Bireyler, serbestçe davranmalarına müsaade edildiği vakit, kendi bilgi, ilgi ve becerileri çerçevesinde hareket ederek, en iyiyi değil, arzuya şayan gördükleri şeyleri arayacaklardır.
Bireyciliğin haklılığı nerede yatmaktadır? Şüphesiz, bireyciliğin en güçlü haklılaştırıcısı, bireyin, bir araç değil, amaç, kendi başına bir son olarak kabûl edilmesidir. Kant’ta en iyi ifadesini bulduğunu söylediğimiz bu inanış, bütün klâsik liberallerde az veya çok belirgin olarak mevcuttur. Bireyciliğin bir diğer haklılaştırıcısı, bireyciliğin, bireysel ve toplumsal ilerlemenin dinamiği olmasıdır. J. S. Mill bu noktayı özellikle vurgulamakta ve ferdiyet ile gelişmenin aynı şeyler olduğunu söylemektedir. Hayek de bu iki noktayı bağdaştıran bir bireycilik tanımı yaparak şöyle demektedir:
[Bireycilik] ferde fert olarak saygı göstermek; kanaât ve zevklerinin, ne kadar dar olursa olsun, kendi sahası içindekendine âit bir mesele olduğunu kabûl etmek; insanların ferdî kabiliyet ve temayüllerini inkişaf ettirmelerinin arzuya şayan olduğuna inanmaktır.
Bireycilik ontolojik ve metodolojik olarak benimsenip kabûl edilince, buradan daha başka ilkeler ortaya çıkabilmektedir. Temel ve en gerçek varlık birey, bireysel insan da kendi başına bir amaç ise, bireye, her ne suretle ve her ne nedenle olursa olsun, bir araç olarak muamele edilmemesini sağlamak gereklidir. Yani bireyin kişiliği korunmalı, o, bir “şey” durumuna düşürülmemelidir. Bunun en iyi yolu, bireyin vazgeçilmez, devredilemez, kaldırılamaz haklara sâhip olduğunu kabûl etmektir. Dolayısıyla, adına ister doğal haklar, ister temel haklar, isterse başka bir şey diyelim, insan haklarının her zaman geçerli ve en kuvvetli dayanağı bireyciliktir.
Diğer taraftan, bireycilik, bireyin insan olarak kendi amaçlarını serbestçe seçebilmesini ve bunları gerçekleştirmek için lüzumlu eylemleri yapabilmesini gerektirir. Bunun için birey özgür olmalıdır. O hâlde bireycilikle özgürlük arasında kopartılamayacak bağlantılar vardır. Ayrıca, bireyin hiç kimsenin müdahale edemeyeceği bir özel hayat alanı mevcuttur. Diğer bireyler gibi devletin de bu alana tecavüz etmesi hoş görülemez. O yüzden, devletin hareket alanının da sınırlandırılması icabeder. Böylece bireycilikten hukukun hâkimiyeti ve sınırlı devlet ilkesine ulaşılır...
Kitabı satın almak için;
Liberalizm