Bürokrasi ve Tarihsel İlerleme

Kitabın girişinde Yalman’ın modern liberaller kategorisine girdiği açıklanmıştı. Modern liberallerin bireysel gelişime ve otonom birey anlayışına dayanarak devletin yeniden dağıtımcı politikalarını destekledikleri malumdur. Bu bakımdan modern liberaller ile sosyal demokratlar arasında politika tercihleri bakımından fazla bir fark da yoktur.
Yalman, refah devletine desteğin tabiî ve sorgulanamaz olduğunu düşünür. Bu yüzden olsa gerek refah devletini savunmak için fazladan bir tartışma yapmamıştır. Yalnızca çeşitli Avrupa ülkelerinden sosyal politika uygulamaları örneklerini göstermiştir. Örneğin 1946 yılında Danimarka’ya yaptığı ziyaret sonrası buradaki “içtimai” adalet anlayışını Vatan gazetesinde övmüştür. Devletin ekonomiye müdahalesini de tabiî karşılayan Yalman, devletin bu konudaki yetkilerinin sınırlarının neler olduğunu da tartışmaya lüzum görmemiştir.
Bununla birlikte Yalman, ekonomik planlamacılığı ve bununla ilişkili devletçilik doktrinini savunmak ve açıklamak için
zaman zaman fırsatlarını değerlendirmiştir. Yalman, devletçilik üzerine en sistemli yazılarını Gerçekleşen Rüya kitabında yayımlamıştır. Daha önce açıklandığı üzere, Yalman söz konusu kitabını, Tan gazetesinde Atatürk’ün hastalığına ilişkin haberler
yapmasının ardından gazetecilikten uzaklaştırıldığı sırada boş kalmamak adına yazmıştır. Her ne kadar dönemin yöneticileri
Yalman’ın Atatürk’e saygısızlık yaptığına inanmış olsalar da Yalman kitabının önemli bir kısmını Atatürk’ün başarılarını açıklamaya ayırmıştır.
Yalman, Atatürk’ün önemli başarılarından birini onun devletçilik doktrini olarak gösterir. Sanayileşmek için planlı ekonomiye
geçilmesini alkışlayan Yalman, bu politikanın gerekçelerini ve önemini kitabının başlarında Atatürk’e övgüler eşliğinde
vermiştir. Ancak Yalman kitabının devamını devletçiliğin başarıları yerine Türkiye’deki kırtasiyeciliğin yarattığı problemlere
ayırmış ve ayrıntıları ile kırtasiyecilikle nasıl mücadele edilmesi gerektiğine yer vermiştir.
Yalman’ın kırtasiyecilikle mücadele esasları bu bölümde detaylı bir şekilde tartışılacaktır. Ancak Yalman’ın devletçilik övgüsünden hemen sonra kırtasiyecilik ve memurluk ilkelerini eleştirmeye başlamış olması açıklamaya muhtaç bir durumdur. Çünkü kırtasiyecilik ya da bürokratik prosedürler, ekonomik devletçilik uygulamasının tabiî bir uzantısı var sayılır. Ekonomik planlama tek bir merkezden yapılır ve ilgili bürokratik kurumlar vasıtasıyla emir ve direktifler doğrultusunda uygulanır. Merkezi ekonomik planlamanın uygulanmasında temel esas memurların inisiyatif alması değil, emirleri kanun ve yönetmeliklere göre yerine getirmesidir.
Devletçilik ile kırtasiyecilik arasındaki bu açık ilişkiye rağmen Yalman adeta bu ilişkiye isyan eder gibi bürokrasinin Türkiye’de daha rasyonel ilkeler çerçevesinde işleyebileceğini iddia ederek bürokraside reform önerileri sunmaktadır. Bu karışıklık da yetmezmiş gibi Yalman zaman zaman iyi bürokrasi örneklerini ABD’deki özel sektörden seçmektedir. Ancak Yalman, hantal bir ekonomik devletçiliğin, dünyadaki en rekabetçi piyasa ekonomisinde iş gören başarılı bir şirketi nasıl örnek alacağı konusunu garip karşılamamaktadır. Bununla da yetinmeyen Yalman’ın dünyanın en demokratik ülkeleri olan İngiltere ve İskandinav ülkelerini iyi kamu yönetimine örnek göstermesi de yine Yalman’ın açıklamalarında teorik tutarsızlıklara işaret etmektedir.
Bu bölümde Yalman’ın konuya ilişkin fikirleri ve bu fikirler arasındaki tutarsızlıklar tartışılacaktır. Ancak bu tartışmaya geçmeden önce kitabın yazıldığı tarihe ilişkin de açıklama yapmak gerekmektedir. Bu açıdan Yalman’ın kitabını 1938’de kaleme aldığı akılda tutulmalıdır. Cumhuriyet, kuruluşundan beri ekonomik devletçiliği temel bir strateji olarak kullanmıştır ancak 1931’den itibaren ekonomik planlamacılığa geçilmiştir. Dolayısıyla kitabın yazıldığı dönem, Türkiye’nin ekonomik devletçilik tecrübesinin rahatlıkla analiz edilebileceği bir zamandır. Bununla birlikte refah devletinin bir aracı olarak ağır sanayi kuruluşlarının, ulaşımın, madenlerin ve temel hizmetlerin kamusallaştırılması Batı Avrupa’da ancak II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkmış bir ekonomik fenomendir. ABD’de ise ağır sanayinin kamusallaştırılması hiç yaşanmamıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu dönemde örnek aldığı ülkeler Batı Avrupa’da ziyade Sovyet Rusya’dır.
Bu bilgi Yalman’ın kırtasiyecilik eleştirisindeki bazı tutarsızlıkları ortaya koyma açısından önemli olduğu için verilmiştir. Ancak anlamlı bir değerlendirme yapılabilmesi için öncelikle kısaca devletçilik ve refah devleti tanımlarının yapılması ve Yalman’ın bu terimler bağlamında nerede durduğunun tespit edilmesi gerekmektedir. Daha sonra Yalman’ın kırtasiyecilik üzerine fikirlerinin liberal sosyal ve ekonomik teori bağlamında ele alınarak incelenmesi bu bölümün temel amacıdır. Yukarıda bahsi geçen teorik tutarsızlıklar da yine teorik ve tarihsel açıklamalarla anlamlandırılmaya çalışılacaktır.
Halkçılık, Refah Devletçiliği midir?
Ekonomi tarihi açısından ekonomik devletçiliğin genellikle kalkınmacı ekonomik politikaların bir ürünü olduğu söylenebilir.
Bu anlamda ekonomik devletçilik ile sosyal adalet ya da refah devleti politikalarının teoride aynı şey olmadığının farkında olmak önemlidir. Uygulama açısından da bu ikisinin özellikle 1990’lardan sonra ayrılmaya başladığı gözlemlenmektedir. Örneğin İsviçre’nin ekonomi politikaları ve ekonomik sistemi Türkiye’den çok daha serbesttir. Ancak İsviçre’nin refah devleti hem kapsam bakımından hem de bütçeden sosyal yardımlara ayrılan pay bakımından daha gelişmiştir.
Bu bakımdan ekonomik devletçilik ekonomik kalkınmayı ve sanayileşmeyi hızlandırmak için devletin temel ekonomik kaynakları siyasal kararlar ve bürokratik mekanizmalar aracılığıyla doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol etmesi olarak açıklanabilir.
Ağır sanayi kuruluşlarının, ulaşımın, madenlerin ve temel hizmetlerin kamusallaştırılması ve sermaye piyasaları ve kredilerin
ağır kontrol altında tutulmasının sebebi budur. Refah devletinde ise amaç toplumda piyasa rekabeti sonucunda ya da şans eseri dezavantajlı konumda olanlarının, kişisel gelişimlerini desteklemek ve asgari insani yaşam koşullarını temin ederek maddi eşitsizliğin yarattığı kötü sosyal sonuçları düzeltmek için gelirin yeniden dağıtılmasıdır. II. Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’da hızlı bir şekilde yayılan refah devletçiliği aynı zamanda kamusal sektörün de büyümesi anlamına gelmiştir. Ağır sanayinin ve madenlerin kamusallaştırılması ve işgücü piyasasının ağır regülasyonlara tabi tutulması, Savaş sonrası Batı dünyasında standartlaşmış bir uygulamaydı. Ancak 1980’lerde başlayan liberalleşme hareketiyle birlikte özelleştirmeler yapılmış ve işgücü piyasası nispeten serbestleştirilmiştir. Buna rağmen refah devleti ortadan kaybolmamış ama sadece mekanizmalarını değiştirmiştir. Yeni sistemde Batılı devletler, doğrudan kamusal mal ve hizmetleri üretme ya da iş gücü piyasasını sıkı bir şekilde kontrol etme politikasını bırakmıştır. Bunun yerine, basitçe artan oranlı vergilendirme ile elde edilmiş geliri az sayıdaki bürokratik mekanizmalar aracılığıyla sosyal politikalara göre nakdi olarak dağıtmaya başlamıştır.
Bu perspektiften bakıldığında Türkiye’nin tek parti döneminde bir refah devleti değildi. Açıkçası o dönemin Türkiyesi
bırakın refah devletçiliğini en sıradan devlet hizmetlerini dahi üretmekte sıkıntılar yaşıyordu. %80’i köylü olan halkın büyük
bir kısmı eğitim ve sağlık hizmetlerinden büyük ölçüde yoksunken, ulaşım çok sınırlı imkânlarla gerçekleşiyordu. Bunun
karşısında ağır sanayi yatırımı tarımsal gelir üzerinden alındığından, köylü bu yatırımların ana finansörü konumundaydı.
Dahası üretilen sınai mallar özel rekabeti ortadan kaldırıyor ve devletin istediği gibi fiyat belirlemesine imkân tanıyordu.
Çoğunlukla yurt dışı fiyatlarından pahalı olan sınai ürünler vatandaşlar üzerinde ek bir vergilendirme görevini icra ediyordu
Devletçilik programı sıklıkla Kemalizmin ilkeleri arasında yer alan halkçılık doktrini ile ilişkilendirilse de, yukarıdaki açıklamadan anlaşılacağı üzere söz konusu halkçılığın modern refah devleti ile bir ilişkisi yoktur. Buradaki halkçılık daha çok soyut bir halk kavramı adına gelecekteki bir tarihte gerçekleşeceği planlanan kalkınmayı simgelemektedir. O dönemki halkın konumu ise, kendi adına yapılan bu kalkınma hareketinin zorunlu destekçiliğinden ibaret gibi durmaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin ekonomik devletçiliği refah devletçilik adına değil hızlı sanayileşme adına meşrulaştırılabilir.
Yalman’ın ekonomik devletçiliğe bakış açısı da aynen yukarıda açıklanan halkçılık anlayışına dayanmaktadır. Bu halkçılık
anlayışını kavrayabilmemiz için kitabın başında yapılan kurucu rasyonalizm analizine yeniden başvurmamız gerekmektedir.
Zira halka rağmen halk adına gerçekleştirilen ekonomik devletçilik uygulamalarını başka türlü açıklamak zordur. Yalman da
bu durumun farkında olduğu için kitabına August Comte’un Rusya ve Türkiye hakkındaki kehaneti ile başlamaktadır.
Comte, Ekonomik Planlama ve Liberalizm
Yalman’ın aktardığına göre Comte, Rusya ve Türkiye için şu kehanette bulunmuştur: “İçtimai sistemime uygun inkılapları
Rusyadan ve Türkiyeden bekleyiniz”. Türkiye ve Rusya’nın o dönemki siyasal ve ekonomik koşulları Comte’un sözlerini
doğrulayacak durumda olmadığına göre Comte acaba neyi kastetmektedir? Yalman Comte’un sözlerini aşağıdaki şekilde
yorumlamaktadır: “Rusya ile Türkiye, yeniye mukavemet gösteriyorlar, harici alemin gidişine günü gününe uyamıyorlar. Yeni şartlara uymayan müesseseler ise yıkılmağa mahkumdurlar. Rusya ve Türkiyenin taassubu, cehaleti ve yeniye karşı mukavemetleri
mutlaka günün birinde tam bir yıkıntıya yol açacaktır. Bu sayede bu iki memlekette yeni temeller üzerinde, yep yeni esaslara göre içtimai kıymetler yaratmak, tam ideal sistemler kurmak mümkün olabilecektir. Diğer memleketlerde ise yeni ihtiyaçlara yarı yarıya uyma faaliyetleri devam ettiği için eski ve yeni yan yana yaşabilecek ve yep yeni sistemlere karşı inatlı bir mukavemet devam edecektir.
Ogüst Kont’un görüşleri tamamı ile doğru çıktı Rusyada da, Türkiyede de eski, kökünden yıkıldı. Zemin yeni temeller için serbest hale geldi.
Rusya bu zemin üzerinde büyük çapta değişiklikler kurdu. Kendine mahsus bir alem yarattı. Bu alem hakkında aklın serbest hakimiyetine ait ölçülerle münakaşalara girişmek bu kitabın çerçevesi haricinde bir bahistir.
Türkiyede yıkıntı daha yavaş devam etti, fakat daha esaslı oldu. Eski müesseselerin ipliğini bütün vatandaşların gözünde pazara çıkaracak fırsatlar ve vesileler birbirini takip etti. Eskinin temelleri birer birer çöktü.”
Yalman’ın Comte yorumunu anlayabilmek için Comte’un “üç hal yasası”nı bilmek gerekmektedir. Üç hal yasasına göre toplumlar teolojik, metafizik ve pozitivist olmak üzere üç aşamadan zorunlu olarak geçmektedir. Her bir aşama kendinden öncekinden daha ileri bir aşamayı temsil eder ve toplumlar pozitivist aşamaya ulaşmak için bu iki aşamayı mutlaka geçerler. Bu anlamda aslında toplumların varacağı son “hal” bu yasa tarafından mutlak şekilde belirlenmiştir.
Teolojik aşamada toplumlar akli soyutlama yeteneklerini hiç kullanmamakta ve etraflarındaki dünyayı tamamen imgeleme
yetenekleri ile kavramaktadırlar. Mitolojik hikâyelerin temel belirleyicisi olduğu bu aşamadan sonra toplumlar metafizik meseleler
üzerinde salt akla dayalı soyut kavramlar üretmeye başlarlar. Son olarak pozitivist aşamada ise toplumlar metafizik soyutlamaları
bırakarak rasyonel akla ve bilimsel yönteme dayalı gözlemlerle toplumlarını şekillendirirler. Örneğin din tamamen yok olarak bilim toplumların temel davranışlarını şekillendirecektir.
Görüldüğü üzere en son aşamaya geçebilmek için öncekinin külleri üzerinde durmak gerekmektedir. Comte, Rusya ve
Türkiye’de yenilik beklediğini söylerken aslında metafizik evrenin sonlanacağını ve yerine pozitivist evrenin başlayacağını
belirtmektedir. Pozitivist dönem Batı’da çoktandır başladığına göre metafizik evrenin tamamlanmasına en yakın yerler Rusya
ve Türkiye’dir.
Comte’un tarihsel ilerleme şeması kendilerini doğal olarak halktan “ileri” gören entelektüellere devrimci hayaller bahşetmiştir.
Her ne kadar tarih kendi işini er ya da geç görecekse de, tarihsel yasasının farkında olan entelektüeller, kendi zamanlarında
beklenen dönüşümün gerçekleşmesine katkı sunmak istemişlerdir. Daha doğrusu bu tip tarihsel yasalara inanan entelektüeller kendilerini tarihsel dönüşümü gerçekleştirecek tarihsel aktörler olarak görmüşlerdir. Belki de “kader”lerinin bu tarihsel yasalar tarafından belirlendiğine, entelektüel olarak tarihsel dönüşümü gerçekleştirmenin kendi sorumlulukları olduğuna inanıyorlardı.
En nihayetinde üç hal yasası gibi tarih analizleri doğruysa pozitivist aşamaya geçmek için beklemek anlamsızdır. Zihinsel
olarak toplumlarla aynı dönemde yaşamayanlar, toplumlarını ilerlemeye doğru zorlamayı aklın emirlerinden sayıyorlardı.
Yalman’ın açıklamaları da bu yöndedir. Tabiî ki toplumunun ilerisindeki kişi şüphesiz Atatürk’tür:
“‘Ogüst Kont’un Türkiye hakkındaki inkılap rüyasını gerçekleştirmek için bütün bunları görecek, anlıyacak, zemini
temizliyecek, yep yeniyi temelinden kuracak büyük çapta bir millî rehbere ihtiyaç vardı.
Atatürk hem tam vaktinde yetişti hem de başka memleketlerdeki buhranın yarattığı rehber tipindeki insanların hepsinden kat kat üstün çıktı.
Yeni ve menfi akideler yaratmaktan uzak durmağı bildi. Aklın hakimiyetine uygun umumi prensipler kurmakla iktifa etti. İhtiyaca uygun inkişaflar ve inkılaplar içi böylece meydanı tamamile serbest bıraktı ve müsbet şekilde bir münakaşa hürriyetinin titizce korudu.
Kemalizmde; başka hiç bir sistemde tesadüf edilmiyen bir yaratıcı kudret bulunmasının sırrı buradadır.
Sözün kısası şu: Osmanlı İmpratorluğundaki yıkıntıların tam uygun dakikada yaratıcı bir deha ile karşılaşması, Ogüst Kont’un Rusya ve Türkiye hakkındaki rüyasının gerçekleşmesine yol açmıştır.”
Görüldüğü üzere Yalman, Atatürk’ün Türkiye’yi pozitivist evreye taşımak üzere tarihsel rolü üstlendiğine inanmaktadır. Yalman’a göre Atatürk de kendisinin bu ilerici rolünü kabullenmektedir. Bu meseleye ilişkin Yalman hatıratında önemli bir olay aktarmaktadır.
1936 Ocak ayının ilk günlerinde Ankara’da Karpiç Lokantasında Yalman, Atatürk ile karşılaşmıştır. Atatürk ile karşılaşması
Yalman için heyecan vericidir çünkü 1925 yılında Yalman’ın gazetecilik yapması yasaklanmıştır. O günden beri Atatürk ile
karşılaşmamış olan Yalman Atatürk’e karşı kendini mahcup hissetmektedir. Bu yüzden tedirgin olmuştur. Ancak olayların seyri beklenmedik bir şekilde değişmiş ve Atatürk Yalman’a gazetecilik mesleğine geri dönmek isteyip istemediğini sormuştur. Soruya olumlu cevap veren Yalman’ın gazeteciliğe dönebilmesi için Atatürk’ün ondan istediği önemli bir şart vardır. Atatürk hemen orada masasında yazdığı bir beyanı Yalman’ın yüksek sesle lokantadakilere okumasını şart koşar. Yalman da bu açıklamayı seve seve yerine getirir. Yalman’ın Atatürk’ün kaleminden çıktığı ve onlarca görgü şahidinin olduğunu iddia ettiği beyan aşağıdaki gibidir:
“On yıldır mesleğimden uzak düştüm. Bu zaman bir milletin hayatı için kısa bir devirdir, fakat fertlerin hayatında çok
yer tutar. On yıl önce ‘Tabiat kuvvetlerinin’ gidişine ayak uydurmakta zorluklar geçirdim. Bu benim kabahatim değildi,
“Tabiat kuvvetleri’nin de kabahati değildi. Kusuru ortalığa hakim olan hal ve şartlarda aramak icap eder. Tecrübe
sahalarında on yıl müddet ders gördükten sonra, bir Türk şairinin: ‘Bu memleketi haraplıktan kurtaracak bir adam
yok mu?’ diye sorduğu suale: ‘Evet var!’ diye cevap veren adamla yeniden işbirliğine girişmeye kendimi istidatlı ve hazır görüyorum.”
Yalman’ın belirttiğine göre Atatürk Yalman’ı tabiat kuvvetlerinin gerisinde kalmış görmektedir. Bunun sebebi Yalman’ın
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasını olumlayan bir yazıyı gazetesinde basamamasından ileri gelir. Dolayısıyla
Atatürk’ün kararının sorgulanması tabiat kanunlarının gerisinde kalmak olarak yorumlanmaktadır. Yalman hatıratında bu olayı sevinçle karşıladığını ve zamanında istenilen yazıyı kaleme almadığı için pişman olduğunu ifade eder.
Tabiat kuvvetleri ile kastedilen “tarih yasa”larıdır. Tarih ilerlemektedir ve bunun gerisinde kalan bireyler varsa bu ne onların
ne de “yasa”nın suçudur. Ancak devrimciler şüphesiz toplumlarını daha rasyonel evreye doğru götüreceklerdir. Pozitivist evrede
hem sosyal hayat hem de ekonomik hayat şüphesiz rasyonel ilkeler üzerine işleyecektir. Kitabın başında rasyonalizmin anlamı
tartışıldığı için burada mesele çok kısaca özetlenecektir. Rasyonalizm ile temelde iki şey kastedilmektedir. Birincisi anlam
dünyamız artık daha fazla metafizik soyutlamalarla belirlenmeyecektir. İkinci olarak rasyonellik belirli bir amaca ulaşmak için
tutulacak en kestirme yolu ifade etmek için kullanılır. Yani amaç ile kullanılan araç arasındaki uyumluluktur.
Devletçilik bağlamında kullanılan rasyonellik tabiri tabiî ki ikinci anlamda kullanılmaktadır. Araçsal rasyonellik toplumların
hızlıca kalkınmalarını isteyen entelektüellerin devletçiliği meşrulaştırmak için sıklıkla kullandıkları bir argümandır. Metafizik
aşamadaki toplumlar sosyal ve siyasal alanda rasyonel yöntemlerden haberdar olmadıkları gibi ekonomik alanda da
modern üretim yöntemlerinden haberdar değildirler. Bu sebeple pozitivist aşamanın en önemli göstergesi olan sanayileşme
alanının halkın kendi özgür girişimlerine bırakılması tabiî ki düşünülemeyecek bir “ihmalkarlık” olacaktır.
Halkın kaynakları yine halk için ancak ondan daha verimli kullanılmak üzere devlet bürokratları tarafından ağır sanayinin
en kısa sürede gelişmesi için kullanılacaktır. Bu aşamada bürokratların ihtiyacı olan tek şey, uygun bir ekonomik plan ve halkın devlet görevlilerinin planlarına uyum göstermesidir. Halka öncülük edilerek rasyonel iş yapma usulleri gösterildiğinde, Türkler hızlı bir şekilde yeniyi kucaklayabileceklerdir. Yalman’ın aşağıdaki sözleri meselenin özünü açıklamaktadır:
“Henüz rasyonel usuller hayata tamamile sokulmadan, eski bir alem yıkılmadan, vatandaşlar arasında takım ve grup halinde el birliği ile çalışma itiyatları kurulmadan bile bu kadar iyi işler başarılabilmesi şuna delalet eder: Türlü türlü tarihî amillerin neticesi olarak Türk milletinin harika derecesinde bir yaratma kudreti ve yeni ihtiyaç ve şartlara uyma kabiliyeti vardır.
Yerinde sarf edilen her emek derhal zengin mahsuller veriyor. Türk vatandaşı iyi bir teşkilata, iyi bir rehberliğe kavuşur kavuşmaz, iyi bir örnek görür görmez, yeni muhitine hayret verecek bir süratle uyuyor ve derhal verimli bir şekilde çalışmıya başlıyor.”
Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere Yalman, Türk milletinin rasyonel ilkelere olan eğiliminde sorun görmez. Sorunlar Türk milletine yol göstermesi gerekenlerde aranmalıdır. Yalman’ın bu “popülist” tutumu gerçekten takdire şayandır ve yazılarında sıradan insanın yeteneklerine olan güveninden asla taviz vermemektedir. Bu tutuma bir anlamda liberal ilerlemecilik anlayışı diyebiliriz. Hatta Yalman hatıratında ünlü tarihçi A.J. Toynbee ile bir toplantıda karşılaştığını ve bu toplantıda Toynbee’nin modern değerlerin yalnızca Batılı değerler olduğunu iddia ederek Batı dışı toplumların bu değerleri benimseyemeyeceğini anlattığını açıklar. Bunun üzerine Yalman toplantıda söz alarak, medeniyetin değerlerinin insanlığın ortak değerleri olduğunu ve bütün milletlerin bu değerlerden yararlanabileceğini savunarak Toynbee’ye karşı çıktığını anlatır. Böylece Yalman önemli bir liberal evrensellik vurgusu yapmış
olur. Ancak sıradan Türk insanına duyulan güven ve evrensel değerlere duyulan inanç daha sonraki yazılarında bir çeşit organizmacı felsefeye dönüşerek liberalizmin bireyciliğinden yine uzaklaşmaktadır.