Değişim Sancıları

 

TKP tarafından Mart 1983’ten itibaren Batı Avrupa’daki göçmen işçi, öğrenci ve mülteci kesimine yönelik on beş günlük Türkiye Postası gazetesi yayınlanmaya başlamıştı. Bir süre sonra orada kadro takviyesine ihtiyaç duyulması üzerine Gerçeğin Sesi gazetesini birlikte çıkarmaya başladığımız parti sorumlum Batı Almanya’ya gitti. Bu maalesef hem yerel parti örgütümüz hem de şahsen benim için yeri doldurulamaz bir kayıp anlamına geliyordu. Çünkü bu kişi gerek politik duruşu gerekse insani özellikleriyle çok değerli biriydi. Geride kalan bir sürü tatlı anıdan —zamanla solmaya yüz tutsa da— bir tanesi Oxford Street üzerindeki Selfridges ya da John Lewis mağazasındaki bir alışverişimize dairdi. Mağazanın giriş katında dolaşırken o eline bir çikolata, ben de sanırım farklı renklerde birkaç ucu olan güzel bir tükenmez kalem almıştım. Bu arada reyonlarda dolaşmaya devam ederken bir ara bana şöyle dedi: "Sadi, aman sakın dalgınlıkla kasaya uğramayı unutup bunlarla mağazadan çıkmaya kalkmayalım ha... Sonra çıkışta yakalanıp rezil oluruz, üstelik bizim milleti bile inandıramayız; insanlar benim çikolata için, senin de kalem için böyle bir şey yapabileceğini düşünebilirler." Sahiden birimizde tatlı/çikolata, birimizde kırtasiye/kalem düşkünlüğü vardı biraz. Daha önce hiç görmediğim müthiş ürün çeşidi nedeniyle içeri girip raflara göz atmadan önünden geçip gidemediğim kırtasiye mağazaları Londra’da en çok vakit geçirdiğim yerlerden biriydi diyebilirim. WHSmith ve Ryman zincir mağazaları ile Covent Garden çevresindeki daha sanat odaklı kırtasiye mağazalarında epey zaman ve de para harcamışımdır. O zamanlardan kalma bazı kırtasiye malzemeleri evde hâlâ duruyor. Satın alınmasının üzerinden kırk yıla yakın bir süre geçtiğini göz önünde bulundurunca, bazılarını gerçekte ihtiyacım olduğundan daha fazla miktarda alıp biraz açgözlülük yapmış olabileceğimi kabul edebilirim gibime geliyor.

Fakat bu anekdotun hafızamdan silinmemesinin nedeni herhalde birimizin çikolata-tatlı, diğerimizin kalem-kırtasiye düşkünlüğü değil, onun bu tür etik sorumluluk konulardaki hassaslığı ve titizliği ile oradaki parti örgütümüzde alavere dalavere işlerine pek meyilli olup özellikle o gittikten sonra adeta gemi azıya alan ‘İdare Amiri’ arasındaki tezattı. Maalesef bu kişinin çeşitli olumsuzluklarının dizginlenmesi çeşitli nedenlerle pek mümkün olamadı. Acaba yerel parti örgütü içinden görmediği desteği "çok çalışkan, enerjik, azimli, fedakar, iş bitirici, sonuç alıcı" olduğu gerekçesiyle yukarıdan gördüğü için mi bu kadar rahat hareket edebiliyordu, bu nedenle mi ikili ilişkilerde (bizzat benim de şahit olduğum), Yöre Sekreteri dahil, herkesin —kişisel özelliklerine ve özel hayatlarına kadar— dedikodusunu yapabiliyordu ve genel olarak pratikte sık sık inisiyatifi ele alıp hemen her istediğini yapabiliyordu, bilmiyorum. Tek bildiğim, böyleleri ile birlikte çalışmaktan hiç hoşlanmadığımdı. Bu duruma o kadar süre katlanmış olmama hâlâ şaşar ve kendime çok kızarım.

Söz konusu çalışma tarzı benim gözümde züccaciye dükkanına fil girmiş gibi bir şeydi. Burada doğru dürüst, uzun, orta ve kısa vadeli plan, program yapmak yoktur. "Kervan yolda düzülür" mantığıyla, sadece gündelik hedef ve çıkarlar peşinde, sersem tavuk gibi, dur duraksız koşturulup durur. Mümkün olsa yirmi dört saat çalışılır ve doğal olarak kısa vadede göz alıcı bazı sonuçlar da elde edilir, fakat yarının, hele yarından sonrasının ne olacağı pek düşünülmediğinden, uzun vadede elde ne kalır, işte orası meçhuldür. Bizim oradaki çalışmalarımızın, emeklerimizin sonucu da böyle oldu nitekim.

Bu arada Türkiye’den yeni mülteciler de gelmeye devam ediyor, sayımız beş-altı kişiden on küsur kişiye çıkıyordu. Londra’da TKP parti örgütünün yeniden inşasında benim yerim ise Yöre Komitesine bağlı Ajitasyon-Propaganda Komitesi oldu ve bu hep böyle devam etti. Bu parti sekreteri ve diğer üyeleri sürekli değişti durdu. Başından sonuna kadar bir tek ben sabit kaldım. Ayrıca genel olarak Türkiyeli göçmenler arasında örgütlenme, özel olarak kadınlar ve gençler arasında parti çalışmaları ve bulunduğumuz ülkede Türkiye’deki demokrasi mücadelesiyle dayanışmanın yükseltilmesi gibi alanlardan sorumlu parti komiteleri de vardı. Ve tüm bu parti birimleri yurt dışında da tam gizlilik koşullarında faaliyet gösteriyordu.

Bir yandan İGD uluslararası ilişkiler faaliyetleri devam ederken, bir yandan da buradaki parti çalışmalarım giderek daha ağırlık kazanmaya ve dallanıp budaklanmaya başladı. Aramızda İngilizce bilen birkaç kişiden biri olmam dolayısıyla (İngilizce bülten dahil) dayanışma çalışmalarına da katılmamın yanı sıra bir süre sonra bir şekilde göçmen işçiler arasındaki örgütlenme çalışması içinde de buluverdim kendimi. Bu alanda Mart 1984’te Londra Halkevi adında bir dernek kurduk. Yürükoğlu grubunun ise İslington ilçesinde bulunan Londra İşçi Birliği vardı. Biz, ağırlığını doğal olarak işçiler oluştursa da, göçmen toplumuna yönelik çalışmalar için daha kapsayıcı bir "kitle örgütü" olmasını tercih ettik. Artık 1960’lar ve 1970’lerdeki kadar çok sayıda Türkiyeli öğrenci olmadığından ayrı bir öğrenci derneği kurmaya gerek duymadık.

Londra’nın kuzey ilçelerinden İslington, onun doğu komşusu Hackney ve bu iki ilçenin kuzey komşusu Haringey, Türkiyeli göçmenlerin ezici çoğunluğunun yaşadığı ilçelerdi. Biz politik mülteciler olarak neredeyse hepimiz Haringey ilçesinde yaşıyorduk, fakat bu ilçede ağırlıklı olarak Kıbrıslı Türkler toplanmıştı. Bu yüzden dernek yeri olarak Türkiyeli göçmenlerin en yoğun oldukları Hackney ilçesini seçtik. Yürükoğlu grubunun İslington’da üslenerek ağırlıkla İslington İşçi Partisi örgütü ve İslington İlçe Belediyesi ile ilişkiler geliştirip Türkiyeli göçmenlerin ağırlıkla bulundukları Hackney ilçesini bir bakıma ihmal etmiş olması bizim için ek bir avantaj oluşturdu. Böylece biz de Büyük Britanya Komünist Partisinden ve diğer ülkelerin komünist partilerinden de destek alarak İşçi Partisi yönetimindeki Hackney Belediyesi ile ilişkilerimizi hızla geliştirdik.

Benim partideki görevim Ajitasyon-Propaganda Komitesi olduğu halde nedense Londra Halkevi kurucu yönetim kurulunda da yer almam istendi. Burada bana düşen ise, derneğin tüzüğünü yazmak, toplantılarda biraz teorik laf yapmak, duvar gazetesi, belediye ile ilişkiler ve daha çok da tercümanlık oldu. Bana "ajitasyon-propaganda ve ideolojik alanda çalışan yoldaşlar için ‘kitlelerle bağ kurmak’ da önemlidir" şeklinde pazarlanan bu ek göreve —belki insan kaynaklarımızın çok sınırlı olmasını dikkate alarak— itiraz edemedim. Neredeyse doğrudan göçmen işçi örgütlenmesine de girecektim fakat sanırım bir-iki ev ziyaretinden sonra buna pek uygun yapıda olmadığım görüldü. Köyde doğup 10 yaşına kadar köy ortamında yaşamış olmama rağmen göçmen işçilerle iletişim kurmada pek iyi değildim. Bu işçilerin çoğu Anadolu’nun içlerindeki köylerden fırlayıp (belki kısa bir süre Türkiye’deki bir şehirde yaşadıktan sonra) Londra’nın göbeğine düşmüşler ve köy yaşam tarzını burada neredeyse aynen sürdürüyorlardı. Ben ise kendi köy tecrübemden sonra hızla o yaşam tarzından koptuğum gibi bu süreçte bir bakıma ona karşı bir pozisyon içine girmiştim. Hayatında hiç köy yaşamı tecrübe etmemiş bir şehir çocuğuna ilginç (ve turistik) bir deneyim yaşamak gibi gelen bazı şeyler herhalde benim için eski "karanlık çağları" hatırlatan ve bir daha yaşamak istemediğim şeyler anlamına geliyordu. Örneğin, göçmen işçilerden birinin evine gittiğimizde bağdaş kurup yere oturmamız ve yer sofrasında hep birlikte aynı kaptan yemek yememiz gerekiyordu. Bu ikisi benim çocukken köyde yaşarken de hiç hoşlanmayıp hep şikayetçi olduğum bir şeydi. Dolayısıyla, bağdaş kurup yere oturmak neyse de, aynı kaptan yemek yemeyi ben kabul etmeyince orada neyin doğru, neyin yanlış olduğu üzerine aramızda küçük bir tartışma çıktı. Daha ilk seferinde böyle bir-iki olay olunca sanırım benim "kitlelerle" bu kadar içli dışlı bağlar içinde olmaya zorlanmamın da doğru olmayacağına kanaat getirildi. Böylece ev ziyaretlerinden muaf tutulup sadece Halkevi binasındaki çalışmalar, yürüyüş ve mitingler, kapalı salon toplantıları vb. şeklindeki "kitle çalışmalarına" katılmam yeterli görüldü.

İş lafa gelince, kağıt üzerinde, örgütlenme ilkeleri, iş bölümü, uzmanlaşma vb. konuları iyi biliyorduk fakat pratikte durum çok farklıydı. Herkesin her işe bulaştığı, yap-boz tahtası gibi kararlar alınıp kısa sürede değiştirilen, benim daha önce Türkiye’de hiç görmediğim derecede plansız-programsız, ayrıca kişisel gelişime de hiç imkan bırakmayan bir harala gürele içinde koşuşturup duruyorduk. Böyle bir yıl kadar bir süre geçtikten sonra, 1984 yazında bu çalışma tarzına yönelik eleştirilerimi yedi sayfalık bir rapor halinde (ekinde bir ay boyunca tuttuğum bir günce ile birlikte) Yöre Komitesine ilettim. Cevap olarak bir süre sonra Ajitasyon- Propaganda Komitesi toplantısında Merkez Komitesinden yarım sayfalık kadar bir yazı okundu. İçimden "bu da Merkez Komitesine mi götürülür?" diye düşünmeden edemedim tabii. Bu yazılı cevabı (o sırada ya da kısa bir süre öncesine kadar Ajitasyon-Propaganda Komitesi Sekreteri de olan) Yöre Komitesi Sekreteri okumuştu. Benim eleştirdiğim hususlardan kendisinin de sık sık yakındığına tanık olduğum, benden yaşı epey büyük (ve o sırada ya da az sonra kısa bir süre Ajitasyon-Propaganda Komitesi Sekreteri de olan) diğer bir Ajitasyon-Propaganda Komitesi üyesi ise "bundan ben parti çalışmalarının yürürlüğünün her şeyden önemli olduğunu öğrendim" demekle yetinmişti. O zamanlar anlayamamıştım, fakat sanırım bizim yöre komitesinin (Merkez Komitesini temsilen) bağlı olduğu kişi de benim şikayetçi olduğum o çalışma tarzından yanaydı, bu yüzden onun cevaplaması icap etmişti herhalde. Söz konusu cevapta kısaca "Parti hedeflerini yeterince kavramadığı görülüyor. Çıkış yolu görünmemektedir saptaması yanlış. Önemli eksikliklere işaret ediyor, ancak kendi rolünü unutuyor. Kendi işini abartıyor." deniyordu. Ne eleştirilerimin doğru dürüst anlaşıldığını ne de şikayetlerimin giderilmesine yönelik umut verici bir değişim eğilimi görebildim. Sadece buradaki parti çalışmalarının genel gidişatını eleştirme cüretinde bulunan bir parti üyesine ağzının payı veriliyor, had bildiriliyordu adeta.

Sağda solda benzer şikayetler, eleştiriler dile getiren bir-iki kişiden de bu yönde hiçbir çaba göremeyince "ya bu deveyi güdersin, ya da bu diyardan gidersin" ikilemi içerisinde tercihim her şeye rağmen "bu deveyi gütmek" ve —hiç faydası olmayıp bilakis ısrarda zarar olabileceği görüldüğünden— bundan böyle hiçbir eleştiride bulunmamak oldu. Böyle bir tercihte bulunmamın nedeni, o zaman kendimi adeta gemileri yakarak bir kutsal dava uğruna savaşa girmiş olarak görmemdi elbette. Londra’da yaşadığım sorunlara dişlerimi sıkıp dayanacak, bu badireyi de atlatıp yakında ülkeye dönerek bu durumdan kurtulacaktım. Bundan kısa bir süre sonra Ajitasyon-Propaganda Komitesi Sekreteri yine değişip bu kez —adeta beni iyice sınamak ister gibi— alavere dalavere işleri uzmanı ‘İdare Amiri’ başıma getirilince bile adeta kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyerek benden başka kimsenin bilmediği bir pasif direniş eylemi olarak suskunluğumu korumaya devam ettim. İşin ironik tarafı, bir süre sonra bu kişi yolda birlikte yürürken bir ara elini omzuma koyup partinin son zamanlarda benden çok memnun olduğunu söyledi.

Ayrıca, Londra’da Ajitasyon-Propaganda Komitesi dışındaki türlü çeşitli parti çalışmaları ve İGD’nin uluslararası ilişkiler faaliyetleri yetmiyormuş gibi, diğer Batı Avrupa ülkelerindeki parti örgütlerinin çalışmalarına katkı görevleri üstlendiğim de oldu. Bunlardan biri, Nisan 1984’te Hollanda’nın Amsterdam ve daha bir-iki kentinde düzenlenen Kültür Haftası etkinlikleriydi. Orada ne yaptığımı hiç hatırlamıyorum —herhalde basın-yayın işlerinde yardımcı olmuştum. Bir diğeri ise Şubat 1985’te İsveç’in başkenti Stockholm’deki bir konferanstı. Konferansın konusunun "Türkiye’de İnsan Hakları ve Demokrasi" olduğunu, tıpkı tarihler gibi, ancak arşivlerin yardımıyla çıkarmakla birlikte buradaki görevimi çok iyi hatırlıyorum: hayatımdaki ilk ve son simultane tercümanlık. Bunun son olmasına sanırım o zaman karar vermiştim. İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce simultane tercüme öznenin İngilizcede cümlenin başında, Türkçede ise cümlenin sonunda olması gibi gramer farklılıkları nedeniyle zaten genel olarak çok zordur. Konferansta Türkiyeli konuşmacılardan birinin "tercümeye yardımcı olmak için yavaş yavaş konuşacağım" demesi bunun üzerine tüy dikmişti. Onun her bir cümlesini İngilizceye çevirmeye başlamak için çok daha uzun süre beklemek gerektiğinden sonuç niyetin tersi olup bundan herkes zararlı çıkmıştı…

Bu ekstranın ekstrası işler sayesinde belki değişik bir yer daha görmüş, boş zaman çok çok sınırlı da olsa en azından uzun süredir görüşmediğim bir-iki arkadaşla biraz vakit geçirme olanağı bulmuş oluyordum, fakat dışarıda geçen sürede Londra’da biriken işler beni bekliyor, Yürükoğlu grubu ile her alanda rekabet aralıksız devam ediyordu. Bu sırada, aslında bizim halimiz de hiç iyi olmadığı halde, Yürükoğlu grubu hızla zayıflıyor, biz ise onun karşısında hızla güçleniyorduk. Çünkü onların hali bizden çok daha perişandı; çözülme, dağılma sürecinin ardı arkası kesilmiyordu. Son olarak 1983’te Türkiye’de cunta rejiminden parlamenter rejime geçiş için seçimler yapılması ile ilgili olarak Yürükoğlu’nun yazdığı Faşizmin Çözülüşü kitabının ardından gruptan bir kopma daha olmuşken (Kurtuluş Yolu grupçuğu), 1984’te bu kez Yaşayan Sosyalizm adlı bir kitap daha çıkardı. Bu da Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkeler konusunda eski çizgisine göre dümeni aksi istikamete kırmak olarak görülebilirdi. Anlaşılan "Moskova’dan çok Moskovacı" söylemin artık kendisine hiçbir getirisi olmadığını görüp Troçkizm ve Avrokomünizm kırması bir anti-Sovyet çizgiye kaymanın daha yararlı olabileceğini düşünmüştü.

Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde demokrasinin eksik olduğunu uzun uzun anlatan bu kitap bizim için ise Yürükoğlu grubuna karşı ideolojik-politik mücadelede bulunmaz nimet gibiydi. Hemen Gerçeğin Sesi gazetemizin 1984 Şubat ve Mart aylarında çıkan 5 ve 6. sayılarında iki bölüm halinde yayınlanan "Sağ ve ‘Sol’ Revizyonizmin Anti-Sovyet Birliği" başlıklı bir yazıyla bu kitabı yerden yere vurduk. Bu yazıda bir yandan Yürükoğlu’ndan, bir yandan uzun süredir Sovyetler Birliği’ne yönelik eleştirileri en yüksek perdeden dile getiren İspanya Komünist Partisi Genel Sekreteri Carillo’nun 1977’de yayınlanmış Avrokomünizm ve Devlet adlı kitabından (ağırlıkla Sovyet sosyalist sisteminin demokratik olmadığına dair) alıntılar yapılarak çarpıcı benzerlikler gözler önüne seriliyordu. Benzer bir tartışmanın yer aldığı, Lenin’in Rusya’daki sosyalist devrime demokrasiden sapmalar gerekçesiyle yöneltilen eleştirilere karşı proletarya diktatörlüğünün savunusunu yaptığı Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky kitabını temel alan bu yazıyı ben yazmıştım fakat Gerçeğin Sesi yazar kadrosunu olduğundan daha geniş gösterme ihtiyacından dolayı (Yalçın Gün yerine) K. Orhun takma adıyla yayınlamıştık. Bu ortodoks Leninist yazının etkisi ne kadar oldu bilinmez fakat asıl büyük etkiyi düne kadar katıksız Leninist olup şimdi de katıksız revizyonist olmaya karar veren Yürükoğlu’nun kitabının bizzat kendisi yapmıştır herhalde. Dümeni bu kadar sert kırınca ister istemez yolculardan/yoldaşlardan bir bölümü araçtan dışarı savrulur. Nitekim bu kitabın ardından da bir kopma daha gerçekleşti ve bu ayrılanlar Sahte Komünistler adlı bir broşür yayınladılar.

Yürükoğlu grubu bir yandan böyle sürekli ideolojik-politik sorunlar ve bölünmeler yaşarken, bir yandan Türkiyeli göçmen toplumu içinde hızla tabanı daralıyordu. Bu süreçte Londra Halkevi kısa zamanda büyük bir hızla büyüdü. Genel olarak TKP’nin (gerek ulusal gerekse uluslararası planda) prestij ve tanınırlığının bunda önemli payı vardı. Hem Büyük Britanya Komünist Partisi, hem de diğer göçmen toplumların ülkelerinin komünist partileri ile yakın ilişkilerden yararlanarak derneğin kurulduğu Hackney İlçe Belediyesinden önemli destek elde edildi. Öte yandan, Londra’daki Türkiyeli göçmen toplumuna yönelik çok yoğun, özverili ve oldukça popülist çalışma tarzının da —benim gibi kimilerimiz bu çalışma tarzını yanlış bulsa da— bunda bir hayli rolü olduğu yadsınamaz. Örneğin, Türkiyeli göçmen toplumuna Yürükoğlu grubu ücretli İngilizce tercümanlık hizmeti verirken, biz rekabet avantajı sağlamak adına ücretsiz tercümanlık hizmeti veriyor, İngilizce bilen kadrolarımızın zamanının önemli bir bölümünü buna ayırıyorduk. Bu arada, bir yandan konfeksiyon atölyesinde, dönercide vb. kaçak çalışırken, bir yandan işsizlik parası almak gibi şeylere de alet olundu. Ayrıca, Türkiye’de hiç politikaya bulaşmamış ya da şu veya bu derneğe sadece üye, hatta sadece sempatizan olmuş, sonuçta aslında Londra’ya politik vb. nedenlerle sığınmak zorunda kaldığı için değil, ekonomik nedenlerle gelmiş birçok kişinin mülteci statüsü elde etmesine de yardımcı olundu. Hem de böyle bazı kişilerin kendilerini DİSK’e bağlı sendikaların, İGD gibi örgütlerin aranan üyelerinden biriymiş gibi tanıtmalarına, bu şekilde belge, mektup vb. vermelerine destek olunarak. Bu kişilerin Londra’daki bizim çeşitli etkinliklerimize, yürüyüş ve mitinglere katıldıklarını gösteren fotoğraflarının iltica başvurularına eklenmesi de olumlu sonuç çıkmasına katkıda bulunuyordu. Bu, yurt dışındaki çeşitli Türkiyeli politik örgütlerin "kitle örgütlenmesi" için yaygın kullandıkları bir yöntemdi aslında. Sürekli birbirleriyle toplumsal destek kazanma yarışı içindeki bu devrimci, sosyalist örgütlerden biri böyle bir yola başvurdu mu diğerlerinin de aynısını yapmaması için ilkeli tutumda çok kararlı olması gerekirdi ki böyle bir şey hemen hiç söz konusu olmayıp pratik çıkarlar belirleyici oluyordu. İşin ilginci, görünüşe bakılırsa Batı Avrupa devletleri de bu tür usulsüzlüklere şu veya bu ölçüde göz yumuyorlardı. En azından o dönem göz göre göre aslında ekonomik nedenlerle geldiği apaçık olan çok sayıda insana mülteci statüsü vermeyi uygun görmüş gibiydiler. 

1984 Mart ayında Britanya’da bir yıl kadar sürecek madenciler grevi başladı. Thatcher hükümeti zarar eden yirmi kadar kömür madeni ocağını kapatıp bunun yerine Polonya’dan çok daha ucuza kömür ithal etmeyi tercih ediyordu. Madenciler sendikası (NUM) yönetiminin doğrudan işçiler arasında grev oylaması yapmak yerine sadece sendika genel kurulunda grev kararı almakla yetinmesi üzerine grevin yasal olup olmadığı da tartışma konusu edilmişti. Grevciler ve göstericiler ile atlı ve coplu polisler arasında sık sık çok sert çatışmalar oluyordu. Biz de Londra Halkevi aracılığıyla bu grevcilerle çeşitli dayanışma etkinlikleri düzenledik. Londra’da gerek tüm yürüyüş ve mitinglere gerekse mali bağış kampanyalarına katılmakla kalmayıp bazı madenci kasabalarına dayanışma ziyaretleri de düzenledik. Bunlardan en büyüğü Galler bölgesinin güneyindeki Abercynon kasabasında düzenlediğimiz, tüm gün süren bir dayanışma şöleni idi. Bir otobüs dolusu insan, folklor ekibi ve dönerle orada madencilerle dayanışma toplantısı yaptık. Böylece Galli madenci aileleri sanırım ilk kez döner kebapla tanıştılar ve tadına bayıldılar. Bu grev süresince yaptığımız çeşitli etkinliklerden bir diğeri ise kardeş örgüt Fransa Türkiyeli İşçiler Birliği ile birlikte elli madenci çocuğunu yanlarında dört sendika görevlisi ile birlikte iki haftalık bir yaz tatili için Fransa’ya göndermekti. Tabii biz bu şekilde aktif bir "proleter enternasyonalizmi" sergilerken bu konuda Yürükoğlu grubunun neredeyse tamamen sessiz kalmasını da Gerçeğin Sesi gazetemizde altını çizerek belirtmekten geri durmuyorduk. Bulundukları ülkenin işçi sınıfı hareketi ile bağlarını neredeyse tamamen kaybetmişlerdi artık. Hatta artık bu ülkenin egemenlerini rahatsız etmemeye daha çok önem veriyor gibiydiler.

1984 yılının benim için kayda değer bir olayı da George Orwell ile —en azından bilinçli olarak— ilk kez tanışmamdı. Ünlü 1984 romanı doğal olarak 1984 yılında tekrar kitabevlerinin vitrinlerinde boy gösterdi ve ayrıca bu kitaptan uyarlanmış bir film de gösterime girdi. O dönemin beğendiğim müzik gruplarından Eurhythmics bu filmin müziğini yapıp aynı adlı bir albüm çıkarmıştı. Bu plağı ya da kaseti de alıp severek dinlediğimi hatırlıyorum fakat Orwell’in özellikle Hayvan Çiftliği ve 1984 adlı kitaplarında yansımasını bulan anti-Stalinist ve özgürlükçü fikirleri hakkında o sıralarda ne düşündüğümü hiç hatırlayamıyorum. Bu tanışma 1975 öncesinde olsaydı, belki "bir kitap okudum, hayatım değişti" diyebileceğim kitap Fransız Stalinist/komünist Politzer’in Sosyalist Felsefenin Başlangıç İlkeleri yerine pekala İngiliz demokratik sosyalist Orwell’in Hayvan Çiftliği olabilirdi. 1975- 1980 döneminde ise herhalde net ve sert bir olumsuz tepki verirdim, hatta belki başımı çevirip geçerdim. Fakat tuhaf bir şekilde 1984 yılında tepkimin ne olduğunu hiç hatırlamıyorum. Sanırım 1984 yılında Orwell’e sessizce kulak vermiş ve adeta insanı baştan çıkarıcı bir günah işlemiş dindar bir kişi gibi utangaçça hasıraltı etmeyi tercih etmiştim.

1984 yılında kişisel yaşam koşullarımda son derece sevindirici büyük bir değişiklik de oldu. Sonunda bana da ev çıktı. Bizim mülteci grubunda evli ve çocuklu olanlardan sonra artık sıra bekarlara da gelmiş, 1984 sonlarına doğru bana Haringey ilçesinin Tottenham semtinde bir ev çıkmıştı: 306B Mount Pleasant Road, London N17. Burası Housing Association denilen sosyal konut vakıflarından birine ait iki katlı bir evin üst katında bir oda, bir salondan oluşan küçücük bir daire idi. Belediyelerin ya da vakıfların sosyal konutlarından kimileri apartmanlar, hatta gökdelenlerde, sitelerde, kimileri ise Londra’da konutların çoğunluğunu oluşturan iki-üç katlı, bitişik nizam müstakil evlerde olabiliyordu. Belediyelerin mülkiyeti altındaki apartmanlar, hele gökdelenler çok kötü durumdaydı. Bunların asansörleri bakımsız tuvaletler gibi kokardı. Binalarda, sitelerde uyuşturucu vb. çeşitli suç çeteleri kol gezerdi. Apartman daireleri de korkunç bakımsızdı. Birçokları için "burada insan yaşamaz" şeklinde resmi rapor düzenlenir, gerekli bakım ve onarımlar belediyeler tarafından yapılamayınca kapıları mühürlenirdi. Ardından bu dairelere insanlar mührü kırarak girip "burada insan yaşamaz" denen koşullarda yaşarlardı. Bunlar özel sektördeki kira bedellerini ödeyebilecek geliri olmayan evsizler ya da kira ödemek yerine böylesi evlerde yaşamayı kabullenip o parayı daha önemli ihtiyaçları için kullanmayı veya biriktirmeyi tercih eden, çoğunlukla genç yaşlardaki kişilerdi. Mevzuat uyarınca bu insanlar —mahkeme kararı olmaksızın— oradan çıkarılamazdı.

Benim gördüğüm, İşçi Partisi yönetimindeki belediyeler biraz sosyalist ülkelere benzer şekillerde, biraz da Türkiye’ye benzer partizan yöntemlerle, aşırı personel istihdamı ve bir sürü gereksiz ve verimsiz harcamaların yükü altında büyük mali zorluklar yaşıyorlardı. Bu koşullar altında, konut alanında özel girişimcilikten yararlanılmasının adeta tabu sayılması nedeniyle, çaresizlik içindeydiler. Bu duruma çözüm bulmak için merkezi hükümetten mali kaynak talep etmekten başka pek bir şey yaptıkları da, bu yönde bir irade ve niyetleri de yoktu. Eski İşçi Partisi hükümetlerinin ekonomik politikalarının 1970’lerin sonlarında iflas edip seçimleri Muhafazakar Partinin kazanması ve Margaret Thatcher’ın başbakan olmasından sonra bu sosyal konutların, özellikle de çok katlı apartmanlardan ve gökdelenlerden oluşan sosyal konut sitelerinin durumu gitgide daha kötüleşiyordu. Dolayısıyla, bana çıkan evin bu apartman ve gökdelenlerdeki daireler yerine müstakil ev olması ayrıcalık sayılabilirdi.

Müstakil evlerin iki veya daha fazla bağımsız birime bölünmesiyle elde edilen dairelere, tek katlı ise flat, birden fazla katlı ise maisonette deniyordu. Benim dairenin bulunduğu evin tek giriş kapısı olup içeri girince hemen soldaki kapıdan girilen zemin katta orta yaşlarda bir İngiliz çift yaşıyordu. Hemen karşıdaki merdivenin sonunda ise 1. kattaki dairenin kapısı vardı. Boya-badanasını kendim yapıp salona ve yatak odasına duvardan duvara halı ve ikinci el birkaç eşya ile kendim döşediğim bu minik dairede kendi başıma yaşamak harika bir duyguydu. Doğu Berlin’deki kısa süreli geçici konaklamayı saymazsak, hayatımda ilk kez kimseyle bir şey paylaşmadığım doğru dürüst bir evde yaşamaya başlıyordum. Kısacası, hayatta bir seviye atlamıştım. Bu sevincim ve memnuniyetim evin bakımına da yansıyordu. Temel ihtiyaçların ardından ilk aldığım "lüks eşya" ise (yine ikinci el) bir pikap oldu. Yürüyüş mesafesindeki Tottenham mahalle kütüphanesinden kitapların yanı sıra plaklar da ödünç alıyordum. Daha sonra bir de Sony marka stereo radyo ve kasetçalar aldım —üstelik daha iyi stereo ses alabilmek için iki yandaki hoparlörleri ayrılabiliyordu. Sonunda hayatımda politika dışında müzik tutkuma ve keyiflere de biraz yer açabilecektim.

Kapat