Devrim Fransa’sında Laik Üstünlüklü Cumhuriyet Projesi

Fransız devriminde laiklik anlayışını besleyen en önemli unsuru Aydınlanma Felsefesi olarak açıklayabiliriz. Aydınlanma felsefesinin insan aklına olan sonsuz güveni ve eleştirel düşünce din üzerine de yoğun bir biçimde kafa yorulmasına neden olmuştur. Diderot (1713-1784), D’Alembert (1717-1783) ve Voltaire (1694-1778) gibi isimler devlet, toplumsal yapı gibi konuların yanında dini inançları da eleştiren aydınlanmacı düşünürlerin başında gelirler. Aydınlanma felsefecileri arasında deizm ve ateizm oldukça yaygındır. Bununla birlikte aydınlanmanın akıl anlayışının din konusunda da etkili olduğuna şahit olunmaktadır. Akla dayanmayan ya da aklı referans göstermeyen hiçbir fikir ve inanç biçiminin kabul görmediği bir atmosferde dini inanç öğretileri de ciddi biçimde sorgulanmıştır. Doğal hukuk teorisyenlerinden John Locke (Dinsel Hoşgörü) ve Rousseau (Yurttaşlık Dini) gibi düşünürlerin de Devrim Fransa’sında laiklik fikrinin şekillenmesinde etkili olduğu söylenebilir.

Öncelikle Aydınlanma Felsefesi’nin dine karşı takınmış olduğu eleştirel ve kuşkucu tavır onun başlıca özelliğidir. Dine özellikle Kilise’ye ve Hıristiyanlığa düşmanlık Aydınlanmacıların ana eksenini oluşturmuştur. Bu düşmanlığın temel sebebi ise dinin her zaman ve her yerde entelektüel gelişmeyi durdurduğunu, insanların kafalarını dogmalarla ve boş inançlarla doldurduğunu, rahiplerin ve onların müttefiki durumundaki kralların baskıcı iktidarlarını pekiştirdiğini ileri süren Aydınlanmacı tezdir (Ağaoğulları vd. 2006: 294-295).

Başgil (1998: 25), Voltaire’in dinin, ruhaniler sınıfının halkı istismar etmek için bulduğu bir efsane olduğunu, her devirde rahip ve kâhin denilen birtakım tembel ve işsiz kimselerin türediğini, bunların bir tür esrarengizliğe bürünmek suretiyle, dini ayin ve ibadetleri tasarladıklarını ve tertiplediklerini söylediğini belirtir. Voltaire aynı zamanda mabet ve manastırlarda yaşayan bu kimselerin, insanların cehalet ve toyluğundan faydalanarak, inançları kendileri için geçim ve menfaat vasıtası yaptıklarını, fakat durmadan ilerleyen bilimin meşalesi insanları aydınlatıp, bu sayede tabiatın sırları ve tılsımları çözüldükçe, ortada Tanrı diye bir kuruntu ve din diye karanlık bir efsane kalmayacağını vurgulamıştır (Başgil, 1998: 25). Voltaire dini inanç kavramının karşısına “hoşgörü” kavramını çıkartmaya çalışmıştır (Tanilli, 2009: 19).

Voltaire özellikle Fransız devrimcileri üzerinde etkide bulunmuş bir kişiliktir. Robespierre tarafından Hristiyanlıktan uzaklaştırma girişimlerinin aşırılıklarına bir tepki olarak konvansiyonda yapmış olduğu o ünlü konuşmasında Voltaire’in ifadelerine başvurmuş olması bunun en önemli kanıtıdır: “Eğer tanrı var olmasaydı onu icat etmek gerekirdi”. Burada Robespierre dinin halk için gerekli bir şey olduğuna ve dinin toplumsal düzen sağlayan niteliğine vurgu yapar. Kendisi bir deist olan Robespierre, Hristiyanlıktan uzaklaştırma girişimlerini çok aşırı bulmuş, halkın devrim ve onun kazanımlarına karşı tepki göstermesinden çekinmiştir. Dini konularda tıpkı Voltaire gibi daha hoşgörülü olunması gerektiğini vurgulayan Robespierre devrimin en önemli figürlerinden biri olarak Voltaire’in etkisini ciddi bir biçimde gözler önüne sermiştir. Ancak bu hoşgörü konusu pratikteki uygulamalarda kendini ortaya koyamamıştır denilebilir. Jakobenler, terör dönemi olarak da adlandırılan devrimci iktidar döneminde diğer alanlarda olduğu gibi din konusunda da yıkıcı uygulamalara imza atmışlardır. Bu uygulamalara çalışmanın Devrimin Pratik Siyaseti bölümünde ayrıntısıyla yer verilecektir.

Tanilli’ye göre; Aydınlanma filozofları insanın tabii hakları olarak yasa önünde eşitlik, özel mülkiyete saygı, düşünme ve ifade özgürlüğü gibi kavramları sıralarlar. Onlara göre, hoşgörü ilkesi benimsendiği zaman, bir inancı diğerinden üstün tutmak mümkün olmayacak, bu da, dini ahlaktan tabii ahlaka geçişi sağlayacaktır. Aydınlanma Felsefesi’nde “akıl” ve “insan” kavramları başlıca hareket noktasıdır, bunlar temelinde şekillenmemiş olan hiçbir inanç ve fikir ise kabul görmemiştir (Tanilli, 2009: 18-19).

Laiklik düşüncesinin doğal hukuk öğretisi bağlamındaki temellenişine gelince; özellikle doğal hukuk teorisyenleri arasında Locke ve Rousseau’nun devrimin laiklik fikirlerinin şekillenmesinde etkili olan düşünürler arasında yer aldığı belirtilebilir. Locke’un ‘dinsel hoşgörü’ düşüncesi, inanç hürriyeti konusundaki fikirleri, Rousseau’nun ise ‘yurttaşlık dini’ ve ‘genel irade’ açılımı bu bağlamda düşünülebilir.

Locke Hoşgörü Üstüne Bir Mektup’ta, “dinsel hoşgörü” kavramı ve Kilise- devlet ilişkileri hakkındaki görüşlerini ifade etmiştir. Locke (1998: 17)’a göre devlet; yurttaşların inanç ve fikirlerine karışamadığı gibi hiç kimseyi, zor kullanmak suretiyle inançlı kılmaya da çalışamaz. Hiç kimsenin bu konuda Tanrı tarafından verilmiş bir otoritesi bulunmadığı için, insanların bu yönde rızaları bulunsa dahi böyle bir otorite idareye devredilemez. Diğer bir deyişle inanç hürriyeti, insanların kendi rızasıyla bile ortadan kaldırılamayan bir hürriyettir (1998: 17).

Bununla birlikte Locke (1998: 17) için, kilise kendi iç işlerine kendisinin karar verdiği bir kurumdur ancak tamamen serbest değildir. Kilise tarafından yalnızca Tanrıya ibadet amacıyla ruhani kurallar dizisi meydana getirilmelidir. Dünyevi mallar ya da sivil mülkiyet gibi konuların düzenlenme yetkisi devletin elindedir ve kilise bu alanlara müdahil olmamalıdır. Aynı zamanda kilise insanların doğuştan üye olduğu bir kurum değil sonradan hür iradeleriyle katıldığı bir topluluktur. Dini aidiyeti medeni aidiyet ve vatandaşlık aidiyetinden ayırmanın zorluğuna değinen Locke, Hristiyanlık dışındaki diğer dinlere mensup kişilerin de devlet tarafından dışlanmamaları gerektiğinin altını çizmiştir. Bu farklı inançlara gösterilmesi gereken hoşgörünün dinsizleri de kapsaması gerektiğini belirtmiştir. Dinsel hoşgörünün gerçekleşebilmesinin temelini ise devlet ve kilisenin varlık alanlarının ve işlerinin birbirinden ayrılması gerekliliği oluşturmaktadır (Tanilli, 2009: 208). Locke’un bu fikirlerinin Fransız devrimi sonrasında da devam eden ‘devlet dini’ uygulamasının 1790’da bırakılmasına etkide bulunmuş olduğunu iddia edebiliriz. Farklı inançlara gösterilmesi gereken hoşgörünün ya da eşitliğin, herhangi bir dinin devletin resmi dini olarak kabul edildiği zaman ortaya çıkabilecek bir ayrımcılık tarafından yok olabileceği iddiası göz önünde bulundurulursa bu etki daha da somutlaşabilecektir. Ancak bu hoşgörülü tutumun devrim kazanımlarının devam ettirilmesi uğruna birtakım zıt yönde pratik uygulamaların hayata geçirildiği de akılda tutulup aslında Locke’un düşüncelerinden tam tersi bir düşünceyle hareket edilmeye başlanıldığı noktaya da gelinecektir. Katolikliğin neredeyse yok olma noktasına getirildiği, yeni dini inançların inşa edildiği ve bunun halk tarafından kabulünde sıkı bir yöntem izlendiği düşünülürse, bu ifadeler pek de abartılı olmayacaktır.

Rousseau ise Toplum Sözleşmesi adlı eserinde daha önce de değinmiş olduğumuz bir sivil din, “yurttaşlık dini” kavramına yer vermiştir. Her devlette, bir ahlak yasası veya bir medeni inanç açıklaması bulunmak zorunluluğu olmasını belirten Rousseau’ya göre bu inanç alanı, herkesçe kabulü gereken sosyal kuralların yanı sıra, artık “dinsizlik” olarak değil de “fitne kaynağı” olarak reddedilmesi gereken fanatik ilkeleri de kapsar. Bu ahlaki yasayla uyuşabilecek her din kabul edilecek; bu yasayla zıtlaşabilecek din ise yasaklanacaktır. Bunun anlamı şudur; “yurttaşlık inancı”na halel getirmediği müddetçe herkes, istediği dini seçme hürriyetine sahip olacaktır (Baubérot, 2008: 41).

Çalışmamamızın Rousseau ile ilgili önceki kısmında onun genel irade kavramına değinilmişti. Burada önem arz eden noktaların ilki; Rousseau’da egemenliğin ilahi değil de genel irade kaynaklı görülmesidir. Bu durum devrimin laiklik düşüncesinin kaynağı temelinde önem taşımaktadır. Bununla birlikte dinin Rousseau’da ilahi bir hakikat olarak değil de kamu düzeninin sağlanmasında ve yurttaşlık bağının oluşturulmasında işlevsel bir araç olarak değerlendirilmesi (Rousseau, 1982: 157) devrimin laiklik düşüncesinin oluşmasında bir yapı taşı olarak gösterilebilir.

Fransız Devrimi’nde laiklik kategorisi altında düşünebileceğimiz pratik uygulama metotları ise Soboul (1914-1982) tarafından etraflıca açıklanmıştır; İnkılap tanrısal hakka dayanan bir devlet, taç ve mihrabın birliği yerine yavaş yavaş kiliseden ayrılmış bir (laik) devlet getirmiştir. Öncelikle “devlet dini rejimi değil, imtiyazlı kamu dini rejimi” getirilmiştir. 13 Nisan 1790’da ‘vicdanlar ve dini kanılar üstünde hiçbir şey yapamayacağını’ dikkate alıp Katolikliği devlet dini olarak muhafaza etmeyi bırakmıştır (Soboul, 1969: 663).

12 Temmuz 1790’da kabul edilmiş olan Rahipler Medeni Anayasası Katolikliğe kamu dini tekeli tanımazlık etmemişti. Medeni hal (doğum, evlenme vb. işlemler ve kütükler), öğretim, sosyal yardım hala kilisenin elindeydi (Soboul, 1969: 663). Ancak daha sonraki yıllarda bu durum değişti. Sosyal yardım, öğretim ve medeni konular kilisenin elinden alınmış, böylece kilise tekeli ortadan kalkmış, yardım ve öğretim laikleştirilmiştir.

Devrimin başından itibaren laikleştirme politikasının varlığından söz eden Soboul’e göre devletin laikleştirilmesi 10 Ağustos 1792’den sonra ise hızlanmıştır. Yasama Meclisi, ‘gerçekten hür bir devletin hiçbir meslek locasına katlanamayacağını’ dikkate alıp, 18 Ağustos’ta, öğretim ve yardım işleri ile uğraşan dini cemaatleri kaldırmıştır. Hastanelerin ve düşkün evlerinin, kolejlerin ve üniversitelerin malları satışa çıkarılmış, öğretim ve yardım laikleştirilmiştir. 18 Ağustos tarihindeki kararname ile dini giysinin rahipler tarafından ibadet görevleri dışında kullanımı yasaklanmıştır (Soboul, 1969: 663).

Cumhuriyete bağlılık yemini ile Meclis papazlardan gereksiz bir biçimde din ve devlet arasında kaba bir tercih yapmasını istemiştir. Bu durum bir kişinin aynı anda hem gerçek bir Fransız hem de hakiki bir Katolik olamayacağı anlamına gelmekteydi (Gunn, 2014: 31). Gunn laikleşme üzerine ele aldığı eserinde (Din Özgürlüğü ve Laisite) laikleşme olgusunu ABD ve Fransa arasında bir karşılaştırma yaparak açıklamaktadır. Bağlılık yemini üzerindeki ifadeleri ise Fransa’da laiklik ilkesinin aynı zamanda etnik ve kültürel homojenleştirme anlayışı ile de temas içerisinde olduğunu bizlere göstermektedir. Çünkü Fransa’da devrim sonrasında artık dini bir temele dayanan bir toplum değil ‘ulus’ temeline dayanan bir ‘birlik’ düşüncesiyle yeni bir toplum inşa edilmek istenmiştir. Laiklik ilkesinin işlevi de bu noktada önem kazanmaktadır. Bir diğer deyişle laiklik, etnik ve kültürel homojenleştirmede (aynı anda hem bir Katolik hem de bir Fransız olamamak) kurucu bir role sahiptir.

Rahipler Medeni Anayasasının kilise ve dinin kendisine ciddi zararları dokunduğunu belirten Soboul (1969: 663), yemin etmeyen rahiplere karşı mücadele ile yemin etmiş rahipler aleyhinde gittikçe artan düşmanlığının bu zararın sebebi olduğunu ifade eder.

Von Aster ise Konvansiyon öncesinde devrim Fransa’sında gerçekleştirilen uygulamalardan hareketle bir devlet-kilise ayrımının düşünülmediği sonucuna ulaşmaktadır. Ona göre konvansiyon öncesinde komünün rahipler ve kilise hakkındaki kararları şu şekilde özetlenebilir (2004: 158): “Manastırlar kapatılıyor, ibadet haricinde olarak rahiplerin dini elbise taşımaları yasaklanıyor, tunçtan heykeller, İsa adına yapılan haçlar; top dökmeye tahsis olunuyor, kilise parmaklıklarından da mızrak yapılması kararlaştırılıyor.” Aster’e göre burada devlet ile kilisenin ayrılması düşünülmemektedir. Çünkü kilise hususi bir müessese addedilmiyor. Hala kilisenin devletleştirilmesi; rahiplerin memur olarak kabul edilmesi fikri hâkimdir. Burada akla dayanan bir din fikrinin hâkim olmaya başladığını görmekteyiz (Von Aster, 2004: 158). Aulard (2011b: 649)’a göre ise “demokrat cumhuriyet devletle dini ayırmaya mecburdu fakat bunu ancak hayatının sonunda” yapmıştır. Bazı uygulamaların, “mahiyetini halkın henüz anlayamayacağı, köylülerin cumhuriyetten ayrılacağı endişesi ve papazların devrime karşı ayaklanacağı” kaygısı nedeniyle iptal edilmesi durumundan söz eden Aulard devlet ve dinin ayrılmasının sonraki döneme tekabül ettiğini vurgular.

Soboul (1969: 664)’e göre “kilise ve devletin birbirinden ayrılması iç savaş ve Hristiyanlıktan çıkarma gibi heyecanlı ve hareketli olaylar” yüzünden olmuştur. Önceleri Konvansiyon Meclisi, Rahipler Anayasasına bağlı kilise ile uzlaşmış görünmekteydi. 30 Kasım 1792’de “vatandaşları, anayasanın kendilerine sağlamış olduğu din adamlarından yoksun etmek niyetinde olduğunu” yalanlamıştır. Meclis, 27 Haziran 1793’te ise kilise adamlarına bakmanın kamu borçları arasında yer aldığını bildirmiştir. Ancak Convention Meclisi rahipler anayasasına yemin etmeyen rahiplere karşı Kurucu Meclis’ten daha katı davranmıştır; 23 Nisan 1793’te süre tanınmadan, bu rahiplerin Guyane’a sürülmelerini emretmiştir. Rahipler Anayasasına yemin eden rahipler ise ya kral taraftarlığı yapan kişiler olarak ya da şüpheli kimseler olarak nitelendirilmiştir (Soboul, 1969: 664).

23 Eylül 1793’te ulusun barındırdığı bütün papaz ve diğer din adamlarının evlenmesi veya evlat edinmesi veya sofrasında muhtaç bir yaşlıya yer vermesi zorunluluğu getirilmiştir. Bu kararın aksi yönünde hareket edenlerin görevlerine son verilmesi kararlaştırılmıştır. 10 Ekim’de ise Fouchê’nin almış olduğu kararlar şunlardır: Mabetlerin dışında ibadet etmenin yasaklanması, kamusal alandaki bütün dini levhaların imhası ve mezarlıkların girişine ‘ölüm ebedi bir uykudur’ ifadesinin yer alması (Mathiez 1907’den Akt. Hazan, 2016: 294). Fouchê tarafından alınan bu kararlar laikleştirme (Lefebvre, 2015: 361) pratiklerinin en önemlileri olarak adlandırılabilir.

16 Frimaire Yıl II (6 Aralık 1793) tarihindeki kararnamede din hürriyeti tantanalı bir şekilde ilan edildiği halde, kiliselerin kapalı kalmakta devam ettiğini belirten Soboul, 9 Thermidor’dan sonra ise bu fiili durumun kanunlaştırıldığını vurgular. Konvansiyon Meclisi 18 Eylül 1794’te cumhuriyetin artık hiçbir dine ait masrafları ve ücretleri ödememesine karar vermiştir. Bunun manası ise Rahipler Medeni Anayasasını zımni olarak kaldırmak ve kiliseyi devletten ayırmaktır (Soboul, 1969: 664-665).

Daha sonraki tarihlerde örneğin 21 Şubat 1795’te kilise ile devletin birbirinden ayrılması rejimi daha sıkı bir biçimde düzenlenmiştir; cumhuriyet hiçbir dine para yardımında bulunmamakta, kanun hiçbir din adamını tanımamaktaydı. Genel din gösterilerinin, dinle ilgili dış alametlerin hepsi yasak edilmişti. Direktuvar dönemi sonunda Katolik kilisesinin nüfuz ve itibarı ciddi biçimde azalmıştır; ikiye bölünen rahipler düzeninin sefalet ve perişanlığı, halk sınıfında din ibadetlerinin azalması, imansızlığın ilerlemesi bunun kanıtlarıydı. Kilise ve inkılap birbirine düşman olmaya devam ediyordu (Soboul, 1969: 665).

Konsüla devrindeyse dinin tekrar hızla diriltilmesi, sosyal istikrar ihtiyacı ve milletin büyük kısmında yerleşmiş eski dine bağlılık ile açıklanabilir. Bonapart ise Katolikliği devlet dini seviyesine çıkartmayı reddetmiş, çıkarılan teşkilat kanunları ile kiliseyi devlete iyice tabi hale getirmiştir. Devlet laik olarak kalmaya devam etmiştir (Soboul, 1969: 666). Görülen o ki laiklik devrim ile birlikte Fransa tarihine girmiş ve Fransa’ya sonraki dönemlerde de etkide bulunmuş bir ilke olma özelliği taşımaktadır. Bununla birlikte Avrupa’nın diğer ülkeleri ve aynı zamanda üçüncü dünya ülkeleri laikliği için de bir model teşkil etmiştir. Türkiye laikliği için de Fransa’nın bir örnek olduğunu söylemek mümkündür. Erken cumhuriyet dönemini anlatırken buna ayrıntısıyla değinilecektir.

Kapat