Duvar Yıkılıyor, Sosyalist Sistem Çöküyor
Sadi Yumuşak, Laboratuvar Günlükleri, ss. 423.
SSCB’de hızla genişleyip derinleşen glasnost ve perestroyka süreçlerinin etkisi dalga dalga yayılıp büyük bir ilham kaynağı olarak, komünistlerin çoğunluğu dahil, sosyalist ülkelerin halklarını bu yönde harekete geçirmişti. Polonya işçi sınıfı ve halkı zaten bundan da önce ayaklanmış ve belki Sovyetler Birliği’nde perestroyka sürecinin başlamasında önemli rol oynamıştı. Ben askerdeyken, sonunda Lech Walesa liderliğindeki Solidarność (Dayanışma) hareketi yasallaşmış, anayasa ve yasalarda bir dizi değişiklikler yapılıp Doğu Blokunda ilk serbest seçimler gerçekleştirilerek Ağustos’ta iktidar barışçıl ve demokratik bir şekilde el değiştirmişti. Polonya’da bunlar olurken, ilginç bir şekilde, bu kez Çin’de gösteriler patlak vermiş fakat bu isyan Haziran’da iktidarın sıkıyönetim ilan etmesi ve başkent Pekin’deki Tiananmen Meydanı Katliamı ile kanlı bir şekilde bastırılmıştı.
Varşova Paktının adeta en zayıf halkası olan Varşova’da komünist parti iktidarının son bulması, Moskova’daki yeni Gorbaçov yönetiminin kendi ülkesinin on yıllardır hasır altında birikmiş devasa sorunlarına odaklanıp başka ülkelerdeki komünist parti iktidarlarını Kızıl Ordunun gücüyle zorla ayakta tutma politikasından artık vazgeçtiğini gösteriyordu. Bu durumda, Polonya’dan sonra, gerçekte iddia edildiği gibi gerek işçi sınıfının gerekse emekçi halkın rızasına sahip olmadan, 2. Dünya Savaşının özel koşulları sonucu, büyük ölçüde Kızıl Ordu desteği ile ayakta duran diğerlerinin sırada olduğu açıktı.
Eylül ayında, önce Macaristan’daki on bin küsur Doğu Alman turistin sınırı geçerek Avusturya’ya kaçması, ardından Prag’da bulunan büyük bir Doğu Alman turist topluluğunun Batı Almanya Büyükelçiliğine sığınması, sonra da bunları Doğu Almanya’da sokak gösterilerinin izlemesi ile, Doğu Almanlar sıranın onlara geldiğini söylüyorlardı adeta. Halkı yatıştırmak için parti ve devlet lideri Erich Honecker 18 Ekim’de istifa ederek yerine 1983 yılına dek gençlik örgütü FDJ lideri olan Egon Krenz geçtiyse de bunun sokak protestolarını yatıştırmaya hiçbir faydası olmadı. Çünkü Egon Krenz zaten Honecker’in kendine halef seçtiği, aynı çizgide biri olarak biliniyordu. Sonunda, 9 Kasım gecesi Doğu Almanlar 1961’den beri şehri ikiye bölüp Batı Berlin’i kuşatan Berlin Duvarı’nı yıktılar ve iki Almanya’nın birleşme sürecini başlattılar.
Bu olay büyük bir sembolik anlam taşıyordu. Rusya’da 1917’de Bolşevik Partinin iktidarı ele geçirmesiyle başlayan ve yakın zamana kadar bizim "kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı" dediğimiz çağ artık kapanıyordu. Eski totaliter sosyalist/komünist rejimler halk tarafından bir tür "demokratik devrim" gerçekleştirilerek yıkılıyordu. Bundan sonra hâlâ sosyalizm olacaksa bu ancak yeni türden bir "demokratik sosyalizm" olabilirdi. Daha doğrusu, biz böyle olmasını umuyorduk. Fakat artık biliyorduk ki sonucu her ülkede halkın kendisi, kendi demokrasisi içerisinde belirleyecekti.
Öte yandan, "demokratik sosyalizm" kavramının aslında yeni olmadığını, çeşitli vesilelerle denenip bir türlü bu yönde kalıcı başarı sağlanamadığını da biliyorduk. Bu noktada da cevaplardan çok sorular vardı. O dönemde beni en çok düşündüren ve en beğendiğim yazı, Adımlar gazetesinin 3-16 Aralık 1989 tarihli 24. sayısında (s. 17) çıkan "D. Almanya’nın halk yığınları kendi özgürlüğünü kendi eline aldı:
Yeni Türden Devrim" başlıklı, Ömer Tulgan imzalı yazıydı. Daha doğrusu, bu yazıdaki şu çarpıcı tespitler benim için çok anlamlıydı (vurgular bana ait):
- Kapitalizm önceden yapılmış teorilere göre doğup büyümedi. Toplum dinamiği içinde herhangi bir canlı gibi, bir köpek, bir at gibi kendi varlığının farkında olmadan doğdu ve gelişti. Bu yüzden de o, her canlı organizma gibi, her bir hücresiyle yaşıyor…
- [Ö]nceden teorisi kurulup, sonra bu reçeteye göre hayata geçirilmek istenen sosyalizm, tüm hücreleriyle yaşayan bir ORGANİZMA olmadı; ancak bir MEKANİZMA olabildi.
- Bugün, Demokratik Almanya Devrimi’ne bakarak, şunu eklemek istiyorum bu görüşüme: Kapitalizmin aşılmasının tek ürününün şu "mekanizma" olmadığını kanıtlıyor tarih şimdi. Komintern türü, geleneksel devrimci parti, aygıt egemenliği altında boğulmuş, hayata arkadan yetişmeye çalışıyor topallayarak... Yeninin taşıyıcıları "sosyalizm" sözcüğünü kullanmak istemiyorlar artık çoğunlukla... Yeni bir olgu ile karşı karşıyayız çünkü: Kapitalist sömürünün olmadığı ülkelerden ekonomik temeli en gelişkin olanında, şimdi, geçmişin son derece elverişsiz politik koşullarına rağmen, yeni bir kültür, yeni türden bir "sivil toplum" filizleniyor insanlar arasında.
Duvarın yıkıldığı günlerde Batı Berlin’den sıcağı sıcağına tanık olunanlardan hareketle yazılan bu son paragrafa ilişkin olarak ise "Belki de bu sonuca varmak için henüz erken" şeklinde bir ihtiyat kaydı da düşülüyordu. Nitekim daha sonraki gelişmeler gösterdi ki, komünist partilerin bir bakıma derin dondurucuya attığı "organizma" yerine topluma yukarıdan aşağı empoze edilen "mekanizma" ile geçen uzun yılların bir bedeli vardı. Buradan daha gelişmiş, "yeni türden" bir "organizma" (demokratik sosyalizm?) çıkması mümkün olmuyordu. Bu ülkelerde öylesine korkunç bir totaliter rejim uygulanmıştı ki, sadece dondurulmuş olan eski "organizma" (kapitalizm) çözülerek yeniden hayata dönüyordu. Toplumda korkunç bir terör rejimi yaratan sosyalist-komünist "mekanizma" içerisinden bizim eskisinden daha ileri, daha gelişmiş, yeni türden bir "organizma" olarak düşündüğümüz "demokratik sosyalizm" doğmuyordu. O günlerde umduklarımız, beklediklerimiz gerçekleşemedi bir türlü.
Bizim bulunduğumuz yerden bile Doğu Almanya halkının kararını anlamak zor değildi. Onların gözleri önündeki durum şöyleydi: 1945’te 2. Dünya Savaşı biterken ülkenin (aynı ekonomik gelişme seviyesinde, hatta %3 daha önde olan) Doğu yarısında üretim araçlarının kamu/devlet mülkiyetine dayalı sosyalizm, Batı yarısında ise üretim araçlarının özel/kişisel mülkiyetine dayalı kapitalizm uygulanmıştı. Geçen kırk beş yıl içinde Doğu Almanya sürekli geri kalmış, hatta aradaki fark giderek açılmış, sonunda Batı Almanya’nın ulaştığı seviyenin üçte birinde kalmıştı. Dolayısıyla Doğu Almanya halkının gözünde —sosyal, ekonomik ve politik sistem olarak— sosyalizm başarısız olmuştu. Bu yüzden Doğu Almanya halkının tercihi Batı Almanya’ya ilhak ve entegrasyon oluyordu.
Adımlar gazetesinin aynı sayısında (arka kapak) çıkan, "Bu kez tankların altında kalmamak üzere… Prag ‘Baharını’ İstiyor" başlıklı yazımda ise Doğu Almanya’nın hemen ardından sıranın gelmiş olduğu Çekoslovakya’daki son gelişmeleri şu şekilde aktarıyor ve yorumluyordum:
- Dubçek Köşk’e! Jakes Çöpe!.. Bu sloganlar geçtiğimiz haftalarda Prag sokaklarında günler boyu yankılanıyordu... Sonunda parti lideri Milos Jakes (çöpe olmasa da) gitti. Ama 21 yıllık siyasal yalıtlanmayı halkın gücü sayesinde kırıp, muzaffer bir edayla "insancıl yüzlü sosyalizm ülküsü yeni kuşaklarda yaşıyor" diyen 1968 "Prag Baharı"nın mimarı Aleksandır Dubçek’in "Köşk’e" çıkıp çıkamayacağı sorusu daha gündemde kalacağa benzer.
- 17 Kasım bir dönüm noktası oldu. 50 yıl önce, 1939’da Çekoslovakya öğrenci gençliğinin Hitler faşizmine karşı direnişini ölümsüzleştiren bu gün, merkezi bu nedenle Prag’da kurulan Uluslararası Öğrenciler Birliği (UÖB) tarafından "Uluslararası Öğrenciler Günü" ilan edilmişti. Dünya çapındaki kutlamaların en görkemlisi doğal olarak bu yıl da Prag’da gerçekleşti. Fakat Prag öğrencileri bu tarihsel günü bu kez daha "ciddiye" alarak resmi törenleri özgürlük gösterilerine dönüştürüverdiler. Polisin barışçıl gösterilere karşı şiddetle saldırması sonucu çok sayıda kişi yaralandı, tutuklandı. İlginçtir ki, bu olaydan 1970’lerde UÖB başkanlığı yapmış olan Prag parti örgütü lideri Miroslav Stepan sorumlu tutulacaktı. Ancak, baskı geri tepti. Komünist partinin gençlik örgütü, Sosyalist Gençler Birliği (SSM) polisin tutumunu kınadı. Ardından gösteriler, her geçen gün artan bir yığınsallıkta birbirini izledi.
- Bugün moral ve politik olarak aklanmış olan "Prag Baharı"– Macaristan’da olduğu gibi–resmi olarak da aklanmak, hatta belki bayram olarak kutlanmak ve bu hareketin önderi olan Aleksandır Dubçek de "ulusal kahraman" ilan edilmek zorunda.
- Ancak, Çekoslovakya’nın gerçeklikleri – son zamanlarda çok sözü edilen – sağduyu ve ahlak ile politika arasındaki mesafenin kapatılmasının kolay olmadığını gösteriyor. Bazılarının böylesi bir sürece girildiğinde yalnızca toplumsal ve politik mevkilerini değil, bunlarla birlikte önemli "maddi ayrıcalıklarını" da yitirmekten, hatta son yirmi yılın "hesabını" ödemekten duydukları korku, bunda önemli bir etken olsa gerek. Ne var ki, bu sorun aşılıp tarihin talep ettiği sorumluluk gösterilmezse, aslında Doğu Avrupa’da demokratik ve sosyalist gelenekleri en köklü ülke olan Çekoslovakya’da sosyalist sistemin ve sosyalist hareketin geleceği çok daha karmaşık olabilir.
Çekoslovakya’da olaylar Doğu Almanya’dan daha hızlı yol aldı. 10 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Gustav Husak komünist parti üyesi olmayan kişilerin çoğunlukta olduğu yeni bir kabine atayıp istifa etti. 28 Aralık’ta Aleksandır Dubçek Meclis Başkanı, 29 Aralık’ta en büyük muhalefet hareketi olan Sivil Forum lideri Vaclav Havel Cumhurbaşkanı seçildi. Ertesi yıl, Haziran 1990’da yapılan genel seçimlerde ise Çekoslovakya Komünist Partisi ancak %13,6 oy alabilecekti. Oysa Mayıs 1946’da yapılan son serbest seçimlerde %31,2 oyla birinci olmuştu.
Komünist partinin tarihsel olarak en güçlü olduğu ülkelerden bir diğeri olan Almanya’da olduğu kadar olmasa bile Çekoslovakya Komünist Partisi de 2. Dünya Savaşından bu yana geçen sürede kötü bir sınav vermişti. Honecker ve Krenz çizgisindeki eski kadrolarla yollarını ayırıp partinin ismini Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) olarak değiştirmiş olan eski komünistler 1990 Aralık ayında yapılan ilk serbest seçimlerde %2,4 oy alarak Doğu Almanya’da korkunç bir hezimete uğrayacaklardı (eski ortodoks politikalara devamda ısrar eden komünistlere ise sandıktan ancak bir-iki bin oy çıkacaktı). Oysa bundan önceki son serbest seçim olan Kasım 1932’de Almanya Komünist Partisi (KPD) %16,9 oy almış, savaş sonrasında Batı Almanya’da yapılan Ağustos 1949 seçimlerinde ise KPD’nin oy oranı %5,7 olmuştu.
2. Dünya Savaşı sonunda Kızıl Ordunun Nazi ordularını kovalayarak Berlin’e dayanması üzerine, böylesi bir "olağanüstü hal" koşullarında sosyalizme geçen, daha doğrusu geçmek zorunda bırakılan Doğu Avrupa ülkeleri arasında komünist partinin en güçlü olduğu yer Çekoslovakya idi. Doğu Blokunda gerçekten serbest denilebilecek tek genel seçim de 1946’da burada yapılmıştı. Çekoslovakya Komünist Partisi bu seçimlerde birinci olmuş, fakat parlamentoda çoğunluğa sahip olmadığı için koalisyon hükümeti kurmuştu. Bu sıralarda Soğuk Savaş başlamış; Stalin başta Polonya olmak üzere Doğu Avrupa ülkelerinde çoğulcu demokrasiye kapıları kesin bir şekilde kapatırken Batı Avrupa’da ise Mayıs 1947’de İtalyan ve Fransız komünist partileri koalisyon hükümetlerinden dışlanmıştı. Uluslararası gerilimin hızla tırmandığı bu koşullarda, Çekoslovakya’da da komünist parti Şubat 1948’de bir darbe yaparak iktidarı tamamen ele geçirmiş ve çoğulcu demokrasiye son vermişti. Bundan yirmi yıl sonra yeniden demokrasi ve özgürlük umutlarına yol açan 1968 Prag Baharı ise başta SSCB olmak üzere Varşova Paktı ordularının müdahalesi ile bastırılmış, reformcu parti lideri Dubçek’in yerine Husak geçerek Doğu Almanya’ya benzer katılıkta bir rejim yeniden kurulmuştu. İşte şimdi Çekoslovakya halkı adeta tüm bunların rövanşını alıyordu.
Burada itiraf etmeliyim ki benim açımdan Çekoslovakya sorununda bir de şöyle ilginç bir durum vardı: 1989 yılının son çeyreğinde 2. Prag Baharına tanık olup bu yazıyı yazarken, Behice Boran’ın 27 Ağustos 1968 tarihli Milliyet gazetesinin 2. sayfasında, o günlerde bazı ünlü isimlerin "Çekoslovakya Olayları" hakkındaki yorumlarına ayrılan "Görüşler" bölümünde, "Sosyalist demokrasi ve ulusal bağımsızlık" başlığı ile yayınlanan yazısından tamamen bihaberdim. Bunda öncelikle benim kabahatim ve eksikliğim vardı elbette, fakat Adımlar gazetesi yazı kurulundaki TİP’li arkadaşlar da bundan hiç bahsetmediler. Oysa Behice Boran’ın bu yazısından onların haberdar olmamaları imkansızdı. O sırada (çok düşük bir ihtimal olarak) akıllarına mı gelmedi, önemsemediler mi, yoksa bunu hatırlatmayı ve gündeme getirmeyi "uygunsuz" mu buldular bilemem.
Benim haberim olsaydı (örneğin, 1986 yılında Uğur Mumcu’nun Behice Boran’la yaptığı röportajı ya da bu röportajın 1988’de çıkan Bir Uzun Yürüyüş adlı kitabını okumayı atlamış olmasaydım) mutlaka ya o yazının tam metin olarak tekrar yayınlanmasını önerir ya da en azından bu yazımda ona çok geniş bir şekilde yer verirdim. Maalesef ancak çok sonraları Behice Boran’ın o yazısından haberdar olup okuduğumda adeta şoke oldum: meğer yirmi yıl kadar sonra Behice Boran ile neredeyse aynı değerlendirmeyi yapmıştım. Sovyetler Birliği ve diğer Varşova Paktı ülkelerinin 1968 askeri müdahalesinden henüz birkaç gün sonra yayınlanmış o yazıdan şu birkaç kısa alıntı bu çarpıcı benzerliği gösteriyor:
Bu müdahale milli bağımsızlık ve eşitlik haklarına olduğu kadar sosyalizm ve sosyalist enternasyonalizm ilkelerine de aykırıdır.
Eğer "Sosyalist Sistem"den Sovyet ve diğer ülkeler yöneticileri Stalin devrinde şekillenmiş ve kemikleşmiş, onun ölümünden sonra da az çok değişmekle beraber sürüp gelen politik sistemi kastediyorlarsa, Çekoslovakya ve diğer ülkelerde başgösteren "liberalleşme" hareketleri sözü geçen sistem için tehlikelidir. Ne var ki, sözü geçen sistem sosyalist düzenin örnek alınacak bir prototipi değildir ve şimdiki yöneticiler isteseler de, istemeseler de, köklü değişikliklere uğramaya mahkûmdur.
Sovyetler Birliği’nde ve onun sistemini esas örnek alan Halk Cumhuriyetlerinde "işçi sınıfı diktatörlüğü", partinin, hattâ parti içinde belirli bir kadronun, gitgide tek bir kişinin müstebit, keyfi idaresi şeklini almıştır. Bu çeşit rejimler yirminci yüzyılın ikinci yarısında sürüp gidemezdi.
O yıllarda bu muazzam öngörülü görüşlerde ısrar edip onları daha da geliştirerek "güler yüzlü sosyalizm", "insancıl yüzlü sosyalizm", "hürriyetçi sosyalizm", "demokratik sosyalizm" gibi, Alexander Dubçek ile benzer görüşler dile getirmeye başlayan, hatta açıkça "Sovyet tipi sosyalizm" ve Leninizm kavramlarını reddeden TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar hemen partiden dışlanıp aforoz edilmişti. TİP Merkez Yürütme Kurulu üyesi olan Behice Boran ise 1968 sonbaharına kadar Aybar’la aynı görüşteyken —muhtemelen iç ve dış politik faktörlerin etkisiyle— kısa bir süre sonra bu eleştirilerini geri çekmişti. Muhtemelen, uluslararası komünist harekette gelenek haline gelmiş şekilde, ideolojik doğruları politik gerekliliklere kurban vererek yaptığı bu manevra politik sonucu, Aybar’ın yerine TİP Genel Başkanı olmuştu.
Hatta Behice Boran 1986’da Uğur Mumcu’nun kendisiyle yaptığı röportaj sırasında hâlâ bu politik esaretten kurtulamayıp 1968’deki o yazısından dolayı zorlana zorlana, ne dediği doğru dürüst anlaşılmayan cümlelerle, kötü bir öz eleştiri yapmak zorunda kalmıştı. Bu da hareketimizin trajik öykülerinden biriydi. Tarih boyunca doğruları görüp söyleyenler ya öldürülüyor, ya "dönek" diye aforoz edilip hareket dışına atılıyor, ya da susturuluyor, daha kötüsü, bir şekilde "ikna" ediliyorlardı.
Behice Boran’a da, onun gibi davranan başkalarına da haksızlık etmemek ve olayı daha iyi anlayabilmek için o dönemdeki çeşitli faktörler ve "politik gereklilikler" üzerinde de biraz durmakta yarar var. Dış faktörler arasında; 1960’larda ve 70’lerde öngörülebilir gelecekte böyle adeta iskambil kağıdından yapılmış şato gibi çöküvereceğine kimsenin ihtimal vermediği, hatta tam tersine Asya, Afrika ve Latin Amerika’da adım adım yeni devrimlerle hakimiyet ve nüfuz alanını genişletmekte olan, başını Sovyetler Birliği’nin çektiği dünya sosyalist sistemi, uluslararası komünist hareket ve onun Türkiye nezdinde temsilciliğini yapan ve TİP tarafından Dış Büro olarak görülen TKP vardı. Emperyalizme ve kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi yürüten birinin bu büyük uluslararası hareketi karşısına alması hiç kolay değildi. Nice koca devletler bile bu süper güç ile iyi geçinmeye dikkat ederken 1968’de TİP yöneticileri ve üyelerinin çoğunun da bu güç önünde eğilmeyi tercih ettikleri görülüyor.
TİP’in elbette Mehmet Ali Aybar’ın liderliğinde, Sovyetik olmayan bir sosyalist parti olarak yola devam etmesi de bir olasılıktı. İşte bu noktada ise iç faktör devreye giriyordu. Behice Boran ve onun gibi düşünen başkalarının bir süre sonra Aybar çizgisini izlememeye karar vermelerinde gerek TİP içinde gerekse genel olarak Türkiye’deki sosyalist hareket içinde 1960’lar ve 70’lerdeki hakim kültürün böylesi bir demokratik yenilenme (ve demilitarizasyon) sürecine hiç yatkın olmaması da herhalde çok önemli bir faktördü. Nitekim üniversitelerdeki sosyalist eğilimli gençliği kucaklayan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) içinde o dönemde TİP’in izlediği politikaları pasifist ve reformist diye küçümseme eğilimi artmaktaydı. Bu süreç 1969 sonbaharında FKF’nin Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) adını alıp TİP çizgisinden tamamen kopmasına yol açacaktı. Bu devrimci gençlik hareketi asker parkaları ve asker postalları giyerek gerillacılığa özenmekte, gerek dış gerekse iç askeri müdahalelere soğuk değil, bilakis sıcak bakmaktaydı. Hatta yürüyüş ve mitinglerde "ordu-gençlik el ele" sloganları atarak sivil siyasete askeri müdahalede bulunulması için adeta can atmaktaydı.
Mehmet Ali Aybar’ın TİP’ten ayrıldıktan sonraki politik akıbeti de (ana gövdeden koptuktan sonra politika sahnesinde yıldızının sönmesi ve kurduğu küçücük partinin pek varlık gösterememesi) "teorik/ilkesel doğrular" ile "pratik/politik gereklilikler" arasındaki ikilemin kolay olmadığına işaret ediyordu. Fakat 1989’da görüldüğü üzere, en azından çoğu durumda, kısa ve hatta orta vadede "pratik/politik gereklilikler" işe yarıyor gibi gözükse de, sonunda, uzun vadede "teorik/ilkesel doğrular" son sözü söyleyen oluyordu.
1989 sonbaharında duvar yıkılırken o koca dünya sosyalist sistemi gümbür gümbür çöküyor, bizim "kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı" dediğimiz çağ kapanıyor ve dünyanın bu yarısında "sosyalizmden kapitalizme dönüş çağı" başlıyordu. 1956 ve 1968 yıllarında yaşananlardan çok daha büyük bir krizdi bu. Türkiye’de sosyalist ve komünist hareketin önünde yine bir bakıma Behice Boran’ın 1968’de karşı karşıya bulunduğuna benzer bir dönemeç vardı. Ya üç aşağı beş yukarı eskisi gibi yola devam ederek hızla yok oluş sürecine girecek, ya da artık çok daha acil hale gelen demokratik yenilenme yoluna cesur ve kararlı bir şekilde girerek güncel politik sahnede belki kayda değer bir rol oynayabilecekti.
Bunun nasıl olacağı ise ancak her somut olayda, her somut adımda değerlendirilip öyle bir karara varılabilirdi. Neyin ne zaman ve nasıl söyleneceği de önemliydi. Örneğin, Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayanlarımızdan birinin buralardaki rejimlerin çökmesi üzerine yazıp 1989 sonları ya da 1990 başlarında Adımlar gazetesine gönderdiği, komünist parti iktidarlarının ("proletarya diktatörlüğünün") eleştirisinin yapılıp (geçmişti "burjuva demokrasisi" dediğimiz) çoğulcu demokrasinin savunulduğu —aslında kendisi de son derece yenilikçi ve benzer görüşlere sahip olan— Genel Yayın Yönetmeni tarafından okuyuculardan çok tepki çekip "başımıza iş açacağı" endişesiyle o günlerde yayınlanmaya uygun bulunmamıştı ve bana bundan bahsettiğinde kendisine hak vermiştim.
Kişisel arşivime bakınca gördüm ki o sıralarda ben de kendime benzer bir sansür uygulamışım: "Komünizmin Bunalımı" başlıklı bir yazı yazıp sonra herhalde benzer endişelerle (ve sanırım yazıyı tam bitirmeden) çekmeceye atmışım. "Günümüzde dünya çapında ‘komünist hareket’ keskin bir bunalım içine, bir kimlik bunalımı içine düşmüş bulunuyor" diye başlayan bu yazıda, devamla, sosyalist ülkelerde glasnost politikası sonucu artık kimse tarafından inkar edilemez biçimde gün ışığına çıkan vahim durumu şöyle özetlemişim:
"İşçi sınıfı öncülüğünde emekçi halkın iktidarı"nın olduğu sanılan bu ülkelerde, aslında halktan korkan ve halkın geniş bir kesimi tarafından nefret edilen bir bürokratik elitin egemenliğinin olduğu; bunun bazen Stalin yönetimi gibi bir kişisel diktatörlük, bazen bugün hâlâ Romanya’da, Kuzey Kore’de olduğu gibi, "komünist" padişahlık yönetimi türünden açık ve kaba, bazen de daha ince ve örtülü biçimlerde yürütüldüğü; on yıllardır halka karşı her türlü baskı, sindirme ve yer yer şiddet politikalarının uygulandığı; baştaki yöneticilerden farklı düşünen sosyal-demokrat, sosyalist ve hatta komünistlerin en incesinden en kabasına dek çeşitli yöntemlerle sindirildiği, hatta bazen barbarca işkence gördüğü ve öldürüldüğü; tarihte gerçekleştirilmiş toplu katliamların ve toplu mezarların olduğu; "sosyalist ülkeler arasında kardeşçe dayanışma ve yardımlaşma" adı altında, ulusal egemenliğin ve bağımsızlığın ayaklar altına alındığı ve askersel işgal hareketlerinin gerçekleştirildiği; yönetim kademelerinde akıl almaz boyutlarda, "iktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlak olarak yozlaşır" deyişini doğrular biçimde yozlaşmanın, yolsuzlukların, mafya-tipi örgütlenmelerin gerçekleştiği vb. olgular artık her geçen gün birbirini izliyor. Bunlar günümüz dünyasında [...] hiçbir uygar insan tarafından benimsenemez, onaylanamaz.
Bu tabloyu komünist partilerin yarattığını, bu yüzden de gerekli demokratik değişim ve yenilenmenin iktidarda olsun ya da olmasın tüm komünist partilerin karşı karşıya bulundukları bir sorumluluk olduğu vurgulamışım. "‘Eski’de ayak diremek, gerçekte yok olmaya mahkum olmak demek" uyarısında bulunup "reddedilmesi gereken ‘eski’ nedir" ve "nasıl ‘yenilenmeli’" sorularına geçerek ise şunları yazmışım:
"Stalinizm" mahkum edilmiş bulunuyor. Ama "Stalinizm" nedir, nasıl doğmuştur? Yıllarca, özellikle Stalin yönetimi altında "çağın Marksizmi" olarak yüceltilen, Stalin’in kaleme aldığı "Leninizmin İlkeleri"nde bir "ders kitabı" halinde özetlenen ve ondan sonra da bugünlere dek bir-iki değişiklikle SSCB "Bilimler Akademisi Marksizm-Leninizm Enstitüsü" kaynaklı kitaplarda işlenen "Leninizm" aslında "Stalinizm"in kendine verdiği ad değil miydi? [...] Demek ki, yalnızca "Stalinizm"i değil, onun kendisine maske yaptığı "Leninizm"i de, "Marksizm-Leninizm"i de aşmak gerekiyor.
Bu yazının kendisi belki çekmeceye atılmıştı fakat bu yazıda dikkatli bir şekilde ifade etmeye çalıştığım düşünceler benim parti faaliyetlerindeki tutumuma tabii ki yansıyordu. O günlerde en çok böylesi ideolojik sorunlara, daha iyi bir gelecek umudu veren demokratik yenilenme politikasının ideolojik boyutlarının geliştirilmesi konularına kafa yoruyordum.
Kitabı satın almak için;