Evrensel Bir Günah Keçisi Olarak “Yeni Gelenler”

Nefretin kökeni Yabancılara duyulan nefretin daima, insanın kendisine karşı duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. İnsanların, başka insanlara neden acı çektirip, onları neden aşağıladıklarını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizde yer alan, tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız.”

Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı

"...[gö]ç, yüzyıllar boyunca bireyler ve grupların bir araya gelmesinin şartlarını hazırlamıştır. Bu karşılıklı etkileşim sırasında, temas kurulanların görünüş ve davranışlarını açıklamak (…) için imge ve inançlar üretilmiştir. Sonuç, insanları gerçek veya atfedilen farklılıklar açısından kategorize eden Öteki'nin 'temsili', onunla ilgili imge ve inançların üretimi olmuştur.”

Dünyanın her yerinde, göçle gelenlere karşı, olumsuz tutum almaya hazır kişi ve gruplar vardır. Koşullar elverişli olduğunda bu tutumlar, ayrımcılık ve dışlayıcılıktan fiziksel şiddete ve başka türden zarar verici eylemlere kadar ulaşır.

Bazı insanlar, “kendilerinden” görmedikleri, başka veya uzak olduğunu düşündükleri, derisinin rengi, dili veya hayat tarzı kendilerininkinden farklı olan insanlara karşı olumsuz yaklaşım ve tutumlar almaya hazırdırlar. Etnik dini, kültürel, cinsel, siyasi kimlik farklılıklarına ilişkin algılar her zaman azınlıklara, göçmenlere, sığınmacılara ve yabancı işçilere karşı olumsuzlukların kaynağı olur.

Robert Miles’in vurguladığı gibi, tarih boyunca savaş veya ticaret gibi sebeplerle göç ederek karşılaşan insanlar, birbirlerini gerçek veya atfedilen farklılıklar açısından kategorize eden imgeler, inançlar ve değerlendirmeler üretmişlerdir.

Bu kategorizasyonun niteliğine bağlı olarak bazen bütün olumsuzlukların kaynağı bir kötü “öteki” olarak resmedilmiştir. Öyle ki, bazen gruplar, kendilerini, kötülükle ilişkili biçimde kurgulanan öteki kategorisi üzerinden inşa etmişlerdir (“kurucu öteki”). Etnik ve dini azınlıklarla beraber göçmenlere yabancı işçilere ve sığınmacılara da tarih boyunca birçok coğrafyada benzer olumsuzluklar atfedilmiştir. Yeni gelenlerle beraber pastanın küçüleceğine ve gelirinin azalacağına ilişkin kaygılarla hareket edenler olduğu gibi, “yabancı” ile “olumsuz”u özdeşleştirerek “olumlu” olan “biz”in bundan zarar göreceğini düşünenler de olmuştur.

Ötekine atfedilen olumlu ve olumsuzluğun dozu veya düzeyi, her tarihsel ve toplumsal bağlamda farklılıklar arz etse de sonuçları benzer olagelmiştir. Herhangi bir insan grubunun herhangi bir sebeple “öteki” olarak kodlanması, şeytanlaştırılması, onların haklarının gasp edilmesini de kolaylaştırır. Sığınmacılara, göçmenlere ve kırılgan gruplardan diğer bireylere yönelik düşmanca tutumların güçlenmesi, onları ekonomik, psikolojik, cinsel ve başka açılardan sömürebilmek için fırsat bekleyenlere, onların karşı koyma iradesini kırmak isteyenlere, elverişli bir zemin ortaya çıkarır ve fırsatlar sunar.

Siyasi rekabette azınlıkları, mültecileri ve göçmen işçileri araçsallaştırarak siyasi avantaj sağlamak isteyen partiler, gruplar ve çevreler de bu sahnede yerini alır. Özellikle ekonomik kriz dönemleri, yabancılara yönelik insani yardımlar üzerinden gayri ahlaki bir siyasi avantaj sağlamayı tercih eden ayrımcı, ırkçı ve milliyetçi partilere geniş bir propaganda alanı açar. Başka zaman ikna edici olmayan argümanlar, ekonomik daralma dönemlerinde daha etkili hale gelir.

Ayrımcılığın dili ve klişeleri: Cinsellik örneği

Dünyanın her yerinde, tıpkı hak temelli perspektifin dili gibi, ayrımcılığın dili ve klişeleri de birbirine benzer. Bu bağlamda, yine dünyanın her yerinde, göçmenlere ve sığınmacılara yönelik kalıp yargılar, suçlama biçimleri şaşırtıcı bir benzerlik taşır. Hem de cinselliğin kullanımına varıncaya kadar. Aslında tüm yapılan, özellikle erişkin erkek canlılar arasındaki içgüdüden yararlanılmasıdır. Bu bağlamda göçmenler, sığınmacılar sıklıkla cinsel açlık veya taciz tehdidiyle özdeşleştirilmeye çalışılır.

Aşağıdaki çizim ve kalıplar, göçmenlerin cinsellik üzerinden şeytanlaştırılmasının örneklerindendir. Bunlardan ilki, Batı Demiryolu inşaatında çalışan Çinli işçileri resmeden 1889 tarihli bir karikatür. Beyaz bir kadına tecavüz edip öldüren Çinli işçi üzerinden tüm Çinliler ve Uzak Doğulular “sarı tehlike” olarak resmediliyor (Gerçekte Çinliler, demiryolu işçileri arasında belki de en “uyumlu” olanlardı; çok çalışan, erken uyuyan, az ücret alan ve suç oranı düşük bir gruptu.).

İkincisi ise Charlie Hebdo dergisinin Ege kıyılarında boğularak ölen Aylan bebek (Aylan Kürdi) ile ilgili karikatürü. Mizahın en kötü halinin, kırılgan grupları düşmanlaştırmak için kullanılmasının başarılı bir örneği olan bu karikatür, kıyıya vuran cansız bedenine ait bir çizimle birlikte Aylan’ın büyüdüğünde tacizci olacağı mesajını veriyor.

Yahudilere yönelik şeytanlaştırmada da cinsellik önemli bir yer teşkil etmiştir. “Şeytanın kişileşmiş hali” veya “kan emici ve vampir” imajları, “fahişelik ve frengi tedarikçileri” ile “Aryan kadınların tecavüzcüsü” imajlarıyla desteklenmişti.

Sığınmacılara, göçmenlere ve diğer kırılgan gruplara yönelik olumsuz tutumların başka kaynakları da vardır. Bazen daha önce göç deneyimi yaşamış olmak yeni gelenlere karşı empati kurmayı kolaylaştırırken, bazı bireyler açısından tam tersi yönde etki yapabilmektedir. Arno Gruen, “İnsan, bir zamanlar kendisinin cezalandırıldığı şeylerden ötürü yabancıyı cezalandırmaya başlar” der. Bunun, göçü yaşayan bireyin o deneyimi okuma biçiminden, onun dünyaya bakışına kadar pek çok belirleyicisinden söz edilebilir.

Bugün de göçle ilgili en ciddi endişenin, “göçmenlerin yeni ülkeye suç ve terör getirdiği korkusu” olduğunu tespit eden Carola ve Marcelo Suárez-Orozco’a göre “[p]olitikacıların son zamanlarda göçmen karşıtı söylemleri bu yargıyı köpürt[üyor]. Genel olarak göçmenler ve özellikle Latin Amerika’dan gelen belgesiz göçmenler ‘tecavüzcü’ ve ‘şiddet suçluları ve baş belaları’ olarak tasvir edilirken, Orta Doğu’dan gelen göçmenler ise ‘terörist’ olarak şeytanlaştırıl[ıyor].” Bu çerçevede günümüzde Türkiye’de Suriyeli sığınmacılara yönelik düşmanlaştırıcı dilin de bu tür temalar ve suçlama kalıpları içermesi tesadüf değildir.

B. Türkiye’nin Göçlerle Şekillenen Tarihi

“Issız dağ başını duman bürümüş Yine Rumeli’ne düşman yürümüş Kervan gelmiş, yel gülleri sürümüş Dertli Meriç akar ‘kervanım’ diye!”

Meriç Türküsü

Türkiye tarihinin aynı zamanda bir göç tarihi olduğu sıkça dile getirilir. Gerçekten de bilinen zamanlardan itibaren Anadolu, göç alan bir yer olagelmiştir. Onuncu ve On birinci Yüzyıllarda Türkler Anadolu’ya gelen ilk kavim değillerdi ve son da olmadılar.

Modern zamanlarda ise göçler, ağırlıklı olarak Osmanlı Devleti’nin toprak kaybetmeye başladığı son üç yüzyıl boyunca yaşandı. Balkan, Kafkas, diğer Osmanlı toprakları ve İslam coğrafyasından milyonlarca insan, dalgalar halinde ülkeye göç etti. Her göç, ağır insani maliyeti ve zor koşullarda güvenli bir limana ulaşmaya çalışırken yaşanan trajik kayıpları da beraberinde getirdi. Örneğin 1877-1886 yılları, Balkan muhacirlerinin “açlıktan, soğuktan, salgın hastalıklarından ve yer yer devam eden katliamlardan kırıldıkları dönemlerden biriydi.” Özellikle savaş ve yenilgilerle devam eden 19. Yüzyılın ikinci yarısı, bir anda evini yurdunu bırakıp İstanbul’a doğru yollara düşen milyonlarca insanın sefaletine sahne olacaktı. “1877- 1891 yılları arasında resmi istatistiklere göre 767.339 muhacir, daimî olarak iskân edilmek üzere Trakya ve Anadolu’ya sevk edilmişti. 1876-1895 yılları arasında ise Osmanlı topraklarına 1.000.000’dan fazla muhacir sığınmıştı.”

19. Yüzyıl ve sonrası Anadolu’ya göçler16

1783’te Kırım’ın ilhakı üzerine başlayan ve 1904’e kadar devam eden Kırım Tatarları

1806-1812 ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşları ve 1908 Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun işgali gibi nedenlerle Sırp Müslümanları (Boşnaklar)

1806- 1812 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren Romanya Müslümanları

1821-1830 Yunan isyanı nedeniyle Giritli, Moralı, Sakızlı, Teselyalı ve Epirli Müslümanlar

1828’den itibaren, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında ve sonrasında Pomak ve Karadağlı Müslümanlar

1830 ve 1848 Macar ve Polonyalı mülteciler

1877-1878 Osmanlı –Rus Savaşı’nı takiben Kafkasya yönünden Osmanlı Devleti’ne Gürcü, Çerkes, Dağıstanlı, Çeçen, Azerbaycanlı ve Laz göçleri

1880 katliamlarından kaçan Rusya ve Ukrayna Aşkenaz Yahudileri

1912-1913 Balkan Savaşları nedeniyle Arnavut, Makedonyalı ve Bulgaristanlı Müslümanlar

1917 Bolşevik İhtilali neticesinde 1918 yılından itibaren 150-200 bin ilticacı Beyaz Ruslar

1923-1938 Lozan Mübadelesi ile Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar 

1924’ten itibaren Romanya, Makedonya, Kıbrıs ‘tan ve Bulgaristan’dan (1990’a kadar)

1930-1940 yılları arasında Nazilere muhalif Almanlarla Avrupa’da soykırıma uğrayan Aşkenaz ve Sefarad Yahudileri, Stalin rejimi aleyhtarı Troçkistler

1950’de Çin işgali nedeniyle Doğu Türkistan’dan [Uygurlar]

1979’da İran’dan [Rejim muhalifleri]

1982’de Sovyet işgali nedeniyle Afganistan’dan [Peştun, Tacik, Özbekler vd.]

1945-2014 Suriye’den [Araplar, Kürtler, Türkmenler vd.]

1992-1998 Bosna’dan [Boşnaklar]

1999 Kosova’dan [Arnavutlar, Türkler]

2001 Makedonya’dan [Arnavutlar, Makedonlar, Türkler]

2009‘da Avrupa’dan, 2010’da Irak’tan, 2014’te Suriye’den Süryaniler

2014’te Irak’tan [Ê]zidiler...

Göçmenlerin sorunları güvenli topraklara ulaştıklarında da sona ermiyordu. Doğup büyüdükleri toprakları, evlerini, sahip oldukları bütün maddi birikimi, emlak ve emtiayı, mezarlarını ve anılarını geride bırakıp hiç bilmedikleri bir yere doğru göçe başlamak Rumeli ve Kafkas muhacirleri için de Kırım Tatarları ve Yahudiler için de Uygur Türkleri ve Gürcüler için de ve diğer tüm gruplar için de aynı ölçüde sarsıcıydı. Bazı dönemlerde ardı arkası kesilmeyen muhacir gruplarına başlarını sokacakları bir çatı altı bulmak bile mümkün olamamış, İstanbul’un Ayasofya ve Sultanahmet gibi büyük mabetleri ve sarayları muhacirlere açılmıştı.

Göç sırasında yaşananlar, kaybedilen aile fertleri, ölümlerle süren ve geldikleri yerde de başka şekillerde devam eden sorunlar, arazi anlaşmazlıkları, hastalıklar, ölümler ve bütün bunların ürünü olan savaşın ve savaş sonrasının travması uzun zaman boyunca onları etkilemeye devam ediyordu.

Balkan ve Kafkas muhacirleri Suriye’de (1877-1891)

Savaş koşullarında devlet, muhacirlerin gıda, sağlık ve barınma gibi çok temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyordu. Bu nedenle, bir şekilde İstanbul’a ulaşmayı başaran muhacirler, devlet tarafından oradan da başka güvenli yerlere gönderiliyordu. Bu güvenli yerler arasında bugünkü Suriye ve Lübnan kentleri de vardı.

Nedim İpek’in çalışması, o yıllarda Arap kentlerinin bu yükü nasıl paylaştığına ışık tutuyor:

“Limanlarda yığışan muhacirler, Şam, Nablus, Hama, Maphlouse, Kuneytra, Dumer, Yafa, Akka gibi … yerlere eldeki imkanlar dahilinde sevk edildi. Mesela Temmuz 1878’e kadar Hama’da 10.000 göçmen İskân edilmiştir.

Sorun göçmenleri iskân etmekle bitmiyordu. Zira hiçbir geçim kaynağına sahip olmayan muhacirlerin zaruri ihtiyaçlarını en azından 1879 hasat mevsimine kadar yerli ahali tarafından karşılanacaktı.

Bugün Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü, tarihin bir döneminde göçmen olan insanlar veya onlarla akrabalık bağı kurmuş bireylerden oluşuyor. Çin ve Moğol yayılması sürecinde Batıya göç eden ve Anadolu’yu yurt edinen Türklerin ardından, bin yılı aşkın bir süre içinde, çeşitli dönemlerde yoğunlaşıp azalsa da hiç bitmeyen göç tecrübeleri yaşandı. Bugün otokton halklar ve tarih içinde gelenlerle birlikte, yaklaşık 5019 veya 6720 farklı etnik kimliğin varlığından söz ediliyor.

Artık nüfusun önemli bir bölümü kendisini göçmen olarak tanımlamıyor. Bununla beraber kendisini üç veya beş kuşak sonra bile göçmen olarak tanımlayanlar da var ve hepsi birlikte Türkiye toplumunu oluşturuyorlar.

 

Kapat