İktisadî Hayatın Kontrolü ve Totaliterlik
Friedrich von Hayek, Kölelik Yolu, ss. 121.
Servetlerin istihsalini kontrol etmek, bütün insan hayatını kontrol etmek demektir.
Hilaire Belloc
Kurmak istedikleri nizamın ameli veçhelerini ciddî surette incelemiş olan plâncılık taraftarları, güdümlü iktisatın az çok totaliter vasıtalarla idare edilmesi lâzım geldiği hususunda pek şüphe beslemezler. Karşılıklı olarak birbirlerine bağlı faaliyetlerden mürekkep mûdil bir sistemin şuurî bir şekilde idaresi, ancak mahdut bir mütehassıslar heyeti tarafından sağlanabilir. Nihaî mesûliyet ve iktidar, bir başkomutana âit olmalı ve bu şefin hareketleri demokratik usûllerle kösteklenmemelidir. Bütün bunlar, umumun tasvibiyle yürütülmesi mümkün olmayan merkezî plâncılığın ana prensiplerinden doğan tabiî neticelerdir. Plâncılık taraftarları, otoriter nizamın ‘sâdece’ iktisadî meselelere münhasır kalacağını söyleyerek bizi teselliye çalışmaktadırlar.
Amerika’nın en başta gelen plâncılık taraftarlarından biri, Stuart Chase, plânlaştırılmış bir cemiyette “iktisadî meselelerden gayri her şeyle meşgûl olmak şartıyla siyasî demokrasinin devam edebileceğini” ileri sürmektedir. Bu gibi teminatların yanı sıra, hayatımızın en ehemmiyetsiz veçhesini teşkil eden veya etmesi lâzım gelen sahalarda hürriyetten vazgeçmek suretiyle, daha yüksek kıymetlere müteallik faaliyetlerimizde hürriyetimizi artırmamız yolunda, bazı telkin ve tavsiyeler de yapılmaktadır. Bu gibi mühalazalarla, siyasî diktatörlükten nefret eden birçok kimselerin iktisadî sahada diktatörlüğe taraftar oldukları sık sık görülür.
En iyi, en temiz insiyaklarımıza hitap eden bu deliller, ekseriya en zeki insanları baştan çıkarırlar. Plâncılık bizi âdi ve küçük kaygılarımızdan kurtarabilir ve şahsiyetimizin tam bir gelişmeye kavuşmasını, yüksek meşgûliyetlerle, tefekkürle uğraşmamızı kolaylaştırabilirse, böyle bir ideâli kötülemeye kim cesaret edebilir? Şâyet iktisadî faaliyetimiz hakikâten hayatımızın yalnız âdi ve bayağı cephelerini ilgilendiriyorsa, hiç şüphesiz, elimizdeki bütün çareleri kullanarak maddî meşgûliyetlerden kendimizi kurtarmaya, bu işleri herhangi bir ütiliter cihaza terk edip nefsimizi tamamiyle manevî sahaya, hayatın asil cephelerine hasretmeye çalışmamız doğru olur.
İktisadî hayatı kontrol eden bir iktidarın, hayatımızın ancak ikinci derecedeki veçheleri üzerinde tesir icra edebileceğine inanarak müsterih olan kimseler maalesef aldanmaktadırlar. İktisadî faaliyet sahasındaki hürriyetimize karşı beliren tehditleri fazla küçümseyenler, iktisadî gayelerin hayatın diğer gayelerinden tamamiyle müstakil olduğu zehabına kapılanlardır. Patolojik bir hâl olan ‘hasislik’ hâli müstesna, böyle bir şey varit değildir. Aklı başında insanların faaliyetlerinin ‘nihaî’ gayesi hiçbir zaman iktisadî olamaz. Kelimenin hakikî mânâsıyla, “iktisadî saik mevcut değildir; sâdece diğer gayeler uğrundaki gayretlerimize müessir olan iktisadî faktörler mevcuttur. Günlük konuşmalarda hatalı olarak “iktisadî saik” adı verilen şey, hakikâtte, önce muayyen olmayan birtakım değişik gayelere vasıl olmak için istenilen umumî imkânlardan, iktidar arzusundan başka bir şey değildir. Para sâhibi olmak için mücadele etmemiz, gayretlerimizin semeresinden istifade etmek hususunda paranın bize en mütenevvi imkânları vermesindendir. Modern cemiyette, nispî fakirliğimizin bize dâimî surette yüklediği kısıntılar paramızın mahdut oluşu şeklinde tecelli ettiği için, birçok insan bizzat paranın kendisini bu kısıntıların sembolü olarak görüp, paradan nefret etmeye başlamıştır. Fakat bu, sıkıntının hakikî ‘sebep’leriyle, bir kuvvetin tezâhür ‘vasıta’sını birbirine karıştırmak demektir. Paranın insan tarafından icadedilen en mühim ‘hürriyet’ vasıtalarından biri olduğunu söylemek çok daha doğru olur. Bugünkü cemiyette, para, fakir bir insana dahi muhtelif imkânlar arasında harikulade bir seçme hürriyeti sağlar; daha birkaç nesil önce bir zenginin sâhip olduğu imkânlar bile bundan çok daha azdı. Birçok sosyalistin teklif ettiği gibi, ‘para kazanma saiki’ yerine, ‘gayri iktisadî saikler’ ikâme etmeyi kabûl eylediğimiz takdirde neler olabileceğini tahayyül etmeye çalışırsak, paranın gördüğü hizmetlerin mânâsını daha iyi anlarız. İşin karşılığı para ile ödenecek yerde, resmî ünvanlar veya imtiyazlar şeklinde, başkaları üzerinde bir iktidar verilmek veya daha iyi mesken ve gıda şartları, seyahat veya tahsil imkânları temin edilmek suretiyle ödendiği takdirde, hürriyet tahdit edilmiş demektir: Ödenecek karşılığın şeklini tâyin eden kimse, bunu yapmakla, paranın sağladığı seçme hürriyetini, tercih imkânını ortadan kaldırmış olacaktır: Çünkü karşılığın yalnız miktarını değil, cinsini de tespit edecektir.
***
Diğer saiklerden ayrı, münhasıran iktisadî mahiyette saikler mevcut değildir; iktisadî bir kazanç veya kaybın, ihtiyaç veya arzularımızdan hangisinin tatminine müessir olacağını kararlaştırmak dâima bizim elimizdedir; bu cihetleri göz önünde tutunca, iktisadî meselelerin hayatın en ehemmiyetsiz cephesini teşkil ettiği yolundaki umumî kanaâtin ihtiva ettiği hakikât nüvesini görmek ve ‘münhasıran’ iktisadî mâliyet taşıyan düşüncelerin hor görülmesindeki sebebi anlamak kolaylaşır. Bu telâkki piyasa iktisatında ve serbest bir iktisat sistemi cârî olduğu takdirde haklı görülebilir. Bütün mallarımızı ve gelirimizi serbestçe kullanabildiğimiz müddetçe, iktisadî bir kayıp bizi ancak, tatmine muktedir olduğumuz arzular içinde en az ehemmiyet verdiğimiz hangisi ise, o arzunun tatmininden mahrum edecektir. Bir kaybın tesirlerini en az ehemmiyetli olan ihtiyaçlarımız üzerine yöneltmek imkânına sâhipsek, bu kayıp “münhasıran” iktisadî mahiyette bir kayıptır. Hâlbuki kaybettiğimiz bir şeyin hakikî kıymetinin iktisadî kıymetinden fazla olduğunu veya iktisadî ölçülerle ifade edilmesine bile imkân bulunmadığını söylediğimiz vakit, bu kayba olduğu gibi katlanmak zorunda bulunduğumuz –yani uğradığımız zararı istediğimiz sahaya yöneltemeyeceğimiz– anlaşılır. İktisadî kararlar hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Başka bir ifadeyle, iktisadî değişiklikler, ancak “kenar-ihtiyaç”larımıza (marjinal ihtiyaçlarımıza), yani nispeten en az ehemmiyet verdiğimiz ihtiyaçlara tesir ederler. Hayatımızda, iktisadî değişikliklerin tesiri altında kalmayan, bizim nazarımızda hayatın zevklerinin ve hatta birçok zaruretlerinin fevkinde olan birtakım şeyler vardır. Bu üstün faktörlere nazaran, “âdi menfaatın” ve iktisaden biraz daha müreffeh veya biraz daha fakir olmanın pek ehemmiyeti yoktur. İşte bu mülâhazalar, birçok kimseyi, iktisadî plâncılığın, sâdece iktisadî menfaatlarımızı ilgilendirmesi hasebiyle, hayatımızın esasını teşkil eden kıymetleri ciddî surette tehdit edemeyeceği kanaâtine sevketmektedir.
Fakat bu hüküm hatalıdır. İktisadî kıymetlerin bizim nazarımızda birçok şeyden daha az ehemmiyet taşıması, iktisadî sahada, bizim için hangi şeyin daha ehemmiyetli olduğunu bizzat kararlaştırmak hürriyetine ve imkânına mâlik olmamızdandır. Çünkü, mevcut cemiyet nizamında, kendi hayatımızın iktisadî meselelerini bizzat kendimiz çözeriz. Hâlbuki iktisadî faaliyetimizin murakabe altına alındığı, tâkip edeceğimiz muayyen gayeler kontrol ve tasvipten geçtiği takdirde, hakikâtte bütün hayatımız, her şeyimiz kontrol altına alınmış olacaktır.
İktisadî plâncılığın ortaya çıkardığı mesele, kendimizce az veya çok ehemmiyetli saydığımız ihtiyaçlarımızı istediğimiz yoldan tatmin etmeye mezun olup olmayacağımız meselesinden ibaret değildir. Bizim için hangi şeylerin daha az veya daha çok ehemmiyetli olduğunu kimin tâyin edeceği meselesi bahis mevzuudur: Bu hususta, bizim yerimize, iktisadî plânın idarecisi karar verecektir. İktisadî plâncılık yalnız “kenar-ihtiyaç”larımızı, yani en az ehemmiyet verdiğimiz ihtiyaçları, (“münhasıran iktisadî” oldukları için istihfaf edilen ihtiyaçları) müteessir etmekle kalmaz. Hakikâtte, böyle bir sistemde, fert artık hangi ihtiyaçlarının ehemmiyetsiz, hangilerinin ehemmiyetli olduğunu bizzat kararlaştırmak imkânına dahi sâhip bulunmayacaktır.
Bütün iktisadî faaliyetleri idare eden otorite, hayatımızın yalnız ikinci derecedeki sektörlerini kontrol etmekle kalmayacaktır: Tâkip edebileceğimiz her türlü gayeler için muhtaç olduğumuz vasıtaların verilip verilmemesine de aynı şekilde nezâret edecektir. İktisadî faaliyeti tamamen kontrol eden kimse, bu suretle, akla gelebilecek bütün gayelerin gerçekleştirilmesi için gerekli vasıtalara da hâkim bulunacaktır; bu gayelerden hangilerinin tahakkukuna müsaade edileceğini, hangilerine edilmeyeceğini, nihaî merci olarak, o kararlaştıracaktır. Meselenin can alıcı noktası buradadır. İktisadî kontrol, sâdece, insan hayatının mahdut ve diğer sahalardan tecrid edilmiş bir parçasının murakabesi demek değil, tasavvuru kabîl olan bütün gayeler için lüzumlu her türlü vasıtaların da murakabesi demektir. Bu vasıtaların murakabesini tek başına elinde tutan bir kimse, tâkip edilecek gayeleri kararlaştırmak, bir kıymetler hiyerarşisi kurarak muhtelif kıymetlerin sırasını tespit etmek imkânına da mâliktir; bir kelime ile, hangi itikat ve düşüncelerin ve hangi emellerin câiz ve meşru olduğunu o tâyin edecektir. Merkezîleştirilmiş plâncılık, iktisadî meselenin, fert yerine câmia tarafından hâlledilmesi demektir; bu ise, muhtelif ihtiyaçların nispî ehemmiyetlerini tâyin etmek işinin de câmiaya –daha doğrusu temsilcilerine– bırakılmasını icap ettirir.
Plâncıların bize vaadettikleri sözde iktisadî hürriyet işte budur: Plâncılık, iktisadî meselelerimizi bizzat hâlletmek mecburiyetinden bizi kurtaracak ve bu meselelerin bize tahmil ettiği “muhtelif şıklar arasında tercih yapmak” külfeti bizim yerimize başkası tarafından deruhte edilecektir. Modern hayatta, her adımda ve her sâniye başında, başka insanların istihsal ettikleri vasıtalara muhtaç bulunduğumuz için, iktisadî plâncılık hemen hemen bütün hayatımızın kontrol ve idare altına alınması neticesini doğuracaktır. İptidaî ihtiyaçlarımıza veya aile ve dostlarımızla olan münasebetlerimize, yapacağımız işin mahiyetine, boş vakitlerimizi nasıl geçireceğimize varıncaya kadar, iktisadî hayatımızın hemen hemen hiçbir cephesi, nizamı idare edenlerin “şuurî murakabesi”nden kurtulamayacaktır.
***
İstihlâkin doğrudan doğruya kontrolü yoluna gidilmese bile, plânı idare edenlerin hususî hayatımıza müdahale ve tesirleri azalmış olmayacaktır. Plânlaştırılmış bir cemiyet nizamında, şu veya bu ölçüde vesika usûlüne veya mümasil usûllere başvurulması kuvvetle muhtemeldir. Fakat, hususî hayatımıza müdahale vuku bulması için, vesika usûlü şart değildir; müstehlik, gelirini istediği gibi sarfetmek hususunda zâhiri bir hürriyete sâhip olsa bile, plâncılığın hususî hayatımız üzerindeki tesirleri pek az hafifler. Plânlaştırılmış bir cemiyette, otorite, istihsali kontrol etmek suretiyle İstihlâkin de kontrolünü elinde bulunduracaktır.
Serbest rekabet rejiminde, bir kimse arzularımızı tatmin etmek istemediği takdirde başka birisine müracaat etmek imkânımız vardır: İstifade ettiğimiz seçme hürriyeti bu vâkıaya dayanır. Fakat bir inhisar (tekel) ile karşılaştığımız takdirde, onun tamamiyle eline düşmüş oluruz. Ve hiç şüphesiz, bütün iktisadî sistemi idare eden bir otorite, tasavvur edilebilecek inhisarların en kuvvetlisidir. Bu otorite, herhâlde azamî derecede mâlî kâr elde etmek gayesiyle çalışmayacağı için, elindeki iktidarı bir hususî tröstün yapacağı şekilde istismar etmeyecektir; fakat alabileceğimiz şeyleri ve bunları hangi şartlar altında alacağımızı tespit hususunda hudutsuz bir kudrete mâlik olacaktır. Merkezî otorite, fertlerin istifade edebilecekleri mal ve hizmetlerin cinsini ve miktarını tespitle iktifa etmeyerek, bu mal ve hizmetlerin muhtelif bölgeler ve ahali grupları arasındaki dağılışını da tanzim edecektir; ve icabında muhtelif insan kategorileri arasında istediği ölçüde tefrikler yapmak iktidarını da elinde bulunduracaktır. Bu iktidarın ne şekilde kullanılacağı hususunda hiçbir şüpheye yer kalmaması için plâncılık taraftarlarının iddialarını hatırlamak kâfidir; bu kuvvet, münhasıran merkezî otoritenin tasvip ettiği gayelerin gerçekleştirilmesi ve boş görmediği gayelerin tahakkukuna sed çekilmesi yolunda kullanılacaktır.
İstihsalin ve fiyatların kontrolü, devlete hemen hemen hudutsuz bir kudret bahşeder. Rekabet rejiminde, bir şeyi iktisab ederken ödememiz icap eden fiyat, cemiyetin diğer üyelerini mahrum ettiğimiz malların miktarına bağlıdır. Bu fiyat, herhangi bir kimsenin iradesiyle, şuurlu kararıyla tespit olunmaz. Projelerimizin muayyen bir yoldan gerçekleştirilmesi bize fazla masraflı görünürse, başka bir yol tutmak hususunda ihtiyarımız vardır. Yolumuz üzerinde rastlayacağımız engeller, gayelerimizi tasvip etmeyen bir kimsenin veya makamın mevcudiyetinden değil, sâdece kullanmak istediğimiz vasıtaların başkaları tarafından da aranmasından ileri gelir. Hâlbuki güdümlü iktisatta, tâkibedilen gayeleri, yapılan faaliyetleri nezâreti altında bulunduran otorite, elindeki iktidarı mutlaka bu faaliyetlerden bazılarını himâye etmek ve bazılarına sed çekmek için kullanacaktır. Böyle bir iktisat düzeninde, tercihlerimize hâkim olan ve neleri iktisab edip edemeyeceğimizi tâyin eden, kendi zevkimiz değil, bir başkasının görüşüdür. İdare eden makam kendi görüşünü zorla kabûl ettirmek ve aksi istikametteki her türlü gayrete müessir bir şekilde set çekmek için kâfi derecede kuvvete sâhip olacağından, âdeta bize gelirimizi nasıl sarfedeceğimizi doğrudan doğruya emrediyormuş gibi, İstihlâkı tam bir kontrol altına alabilecektir.
***
Günlük hayatımızda, müstehlik olarak otoritenin arzularına göre hareket etmeye mecbur bulunacağımız gibi, müstahsil olarak da vaziyetimiz aynı olacaktır. Yaşayışımızın bu iki veçhesi yek diğerinden ayrılamaz. Çoğumuz hayatımızın büyük bir kısmını işimizin başında geçiririz ve umumiyetle yaşayacağımız yeri, içinde bulunacağımız içtimaî muhiti de işimiz tâyin eder. Bu itibarla, saadetimiz bakımından, kendi işimizi seçmek hususunda az çok hürriyete sâhip olmak, belki de, boş vakitlerimizde gelirimizi dilediğimiz gibi sarfetmek hürriyetinden de mühimdir.
Hiç şüphe yok ki, mümkün olan en iyi dünya nizamında bile, bu hürriyet son derece mahdut olacaktır. Birçok meslekler arasında seçme yapma imkânını bulabilmiş insanlar azdır. Bununla beraber, bir parça olsun seçme hürriyetine sâhip bulunmanın, bizim namımıza bir başkasının seçmiş olduğu bir mesleğe ebediyen ve mutlak surette bağlı kalmamanın kıymeti çok büyüktür. Vaktiyle seçilmiş, fakat sonradan tahammül edilmez bir hâl almış olan bir işten kurtulabilmek imkânına sâhip bulunmak ve icap ederse bazı fedakârlıklar pahasına çok arzu edilen bir mesleğe atılabilmek, insan için son derece mühimdir. Şahsî gayretlerimizin hayat şartlarımızı değiştirmek hususunda asla rolü olamayacağını bilmek kadar hayatı çekilmez hâle getiren hiçbir şey yoktur. Gerekli fedakârlığı yapacak kadar karakter kuvvetine sâhip bulunmasa bile, kâfi derecede gayretle uğraşırsa kurtulabileceğini bildiği takdirde, insan en tahammül edilmez hayat şartlarına dahi az çok katlanabilir.
Bunları söylemekle, dünyamızın şimdiki hâlinde, bu bakımdan her şeyin yolunda gittiğini veya liberal çağda vaziyetin mükemmel olduğunu iddia etmiyoruz. İnsanların meslek seçme imkânlarını artırmak için yapılabilecek daha birçok şeyler bulunduğunu da inkâr etmiyoruz. Başka sahalarda olduğu gibi, bu sahada da, bilgi ve haber yayımını teşvik etmek ve seyyaliyeti kolaylaştırmak suretiyle, devlet birçok şey yapabilir. Fakat devletin meslek seçme hürriyetini fiilen artırmak için sarfetmesi lâzım gelen faaliyet; bugün müdafaa ve tatbik edilmekte olan plâncılık temayüllerine tamamiyle zıt bir faaliyet olacaktır ve mühim olan nokta da budur. Gerçi plâncılık taraftarları, yeni cemiyet nizamında, hür bir şekilde meslek seçmek imkânlarının muhafaza edileceğini, hatta arttırılacağını vaadediyorlar. Fakat bunu söylerken yapabileceklerinden çok fazlasını vaadetmekte oldukları muhakkaktır. Plânlarını gerçekleştirmek istiyorlarsa, ya insanların muhtelif iş ve mesleklere intisabını ya da ücret seviyelerini, yahut da bunların her ikisini birden kontrol etmeleri lâzım gelecektir. Bugüne kadar bilinen bütün plâncılık sistemlerinde, böyle bir kontrolün tesisi ve buna benzer tahditlerin konulması, ittihaz edilen ilk tedbirlerden biri olmuştur. İktisadî hayatı tanzim ve idare eden tek merci tarafından tatbik edilecek olan bu tedbirler sâyesinde, vaadedilen ‘meslek seçme hürriyeti’nin ne hâle geleceğini tasavvur etmek için fazla muhayyile sâhibi olmaya hâcet yoktur. Böyle bir nizamda, ‘meslek seçme hürriyeti’ hakikâtte tamamiyle mefruz bir hâle gelir; eşyanın tabiatı icabı insanlar arasında tefrikler yapmak gerektiği hâlde, tefrik yapılmayacağına dâir verilmiş kuru bir vaatten ibaret kalır. Umulabilecek en büyük şey, olsa olsa, bu ayırmaların, iktidardakilerin kendilerince objektif diye kabûl edecekleri bazı esaslara müsteniden yapılmasıdır.
Baştakiler, sâdece iş şartlarını, ücret seviyelerini tespitle iktifa etseler ve her işte çalışacak olanların sayısını bu suretle ayarlamaya çalışsalar bile, netice aynı olacaktır. Ücretlerin tahdidi, muhtelif insan kategorilerine muayyen meslekleri kapamak hususunda, sırf bu maksatla alınmış tedbirler kadar kat’i neticeler doğurur. Rekabet üzerine kurulmuş bir cemiyette, ille tezgâhtar olmak isteyen basitçe, çirkince bir genç kız; güçlü, kuvvetli adamlara ihtiyaç gösteren bir mesleğe mutlaka girmek isteyen zayıf yapılı bir delikanlı, maksatlarına belki erişebilirler. Umumî olarak, herhangi bir iş için gerekli şartları, aranan kabiliyetleri zâhiren hâiz bulunmayan bir kimse, gayesinden mutlaka uzak kalmaz. Bir insan, muayyen bir mesleğe karşı son derece büyük bir arzu duyuyorsa, bidayette mâlî bir fedakârlığı göze almak suretiyle bu mesleğe girebilir ve zamanla ilk bakışta anlaşılmayan birtakım meziyetlere sâhip olduğunu da gösterebilir. Buna mukabil, bütün bir insan kategorisinin ücretlerini devlet tespit eder ve namzetler ‘objektif’ bir ‘test’le ıstıfâya tâbi tutulursa, bazı kimselerin muayyen bir işe karşı duydukları şiddetli arzu hesaba katılmayacaktır. Ortalama tipin karakteristik vasıflarını taşımayan bir insan, kendisini bu hâliyle kabûle razı olacak, hususî şartlar dâiresinde kendisiyle anlaşacak bir işveren bulamayacaktır. Mütevazı ve hatta gayri muayyen bir gelirle iktifa edip, istediği saatlerde intizamsız bir şekilde çalışmayı, yahut derbeder bir hayat sürmeyi tercih eden bir adam, şüphesiz, istediği hayat tarzını seçemeyecektir. Her tarafta, istisnasız olarak, büyük işletmelere has olan şartlar, hatta bu nizamdan kurtulmak için hiçbir imkân mevcut olmadığına göre, daha da beter şartlar hâkim bulunacaktır. Kendimizce bilhassa münasip gördüğümüz anda ve yerde, rasyonel ve müessir faaliyette bulunmak imkânından mahrum olacağız, zira hepimizin plânı tanzim ve idare eden otorite tarafından hazırlanmış olan standarda uymamız icap edecektir. Giriştiği muazzam teşebbüsü yürütebilmek için, bu otorite, beşerî kabiliyetlerin ve meyillerin çeşidini azaltıp, bunları kolayca birbirinin yerine konabilecek şekilde birkaç kategoriye irca etmek ve ikinci derecedeki bütün şahsî farkları ihmâl etmek zorunda kalacaktır. Plâncılığın gayesinin insanı alelâde bir vasıta olmaktan kurtarmak olduğu ileri sürülür; hakikâtte, plânlı iktisat sisteminde fert her zamankinden daha fazla ve münhasıran bir istihsal vasıtası hâline girecektir, çünkü iktisadî plân ferdî tercihleri, şahsî zevkleri asla hesaba katamayacaktır; baştaki otorite, ferdî, ‘içtimaî refah’ veya ‘câmianın menfaatı’ gibi mücerret mefhumlar uğrunda pervâsızca harcayacaktır.
***
Rekabet üzerine kurulmuş bir cemiyette, fiyatını ödemek şartıyla birçok şey elde olunabilir; bazen bu fiyatın korkunç derecede yüksek olmasına rağmen, bu imkânın ehemmiyeti üzerinde ne kadar durulsa azdır. İnsanlar için bunun dışında mevcut olan yegâne imkân, tam bir tercih hürriyeti değil, sâdece itaat edilmesi lâzım gelen birtakım emir ve yasakların mevcudiyeti ve netice itibariyle, her şeyin iktidar sâhiplerinin lütuflarından beklenmesidir.
Rekabet üzerine kurulmuş cemiyette fiyatı ödenmek şartıyla hemen hemen her şeyin elde edilebilmesi, bu sistem aleyhinde tenkit vesilesi ittihaz edilmektedir: Bu tenkit, zihinlerde hüküm sürmekte olan karışıklığı gösteren karakteristik bir işarettir. Hayatın yüksek kıymetlerinin paraya bağlanmasına itiraz eden kimseler, daha esaslı bazı kıymetleri korumak için ikinci derecedeki ihtiyaçlarımızdan fedakârlık yapmak imkânından mahrum olmamızı ve ‘tercih’ işinin bizim yerimize başkası tarafından yapılmasını istiyorlar demektir; bu istek çok gariptir ve insan haysiyetine karşı saygısızlığa delalet eder.
Ekseriya, hayat, sıhhat, güzellik, fazilet, şeref veya zihnî muvazene ancak büyük maddî fedakârlıklar pahasına korunabilir. Keza şunu da kabûl etmeye mecburuz ki, bu ana kıymetleri her türlü tehlike ve tecavüzden korumak için gerekli fedakârlığı yapmaya her zaman hazır değilizdir. Bir tek misal gösterelim: Otomobil kazalarının sayısını kolayca sıfıra indirebiliriz, fakat bunun için gerekli fedakârlığı yapmak, meselâ –başka çare bulamazsak– otomobilleri tamamiyle ortadan kaldırmaya razı olmak şartıyla. Her gün, daha binlerce başka şekillerde, –sırf biraz da istihfafla maddî konfor adını verdiğimiz şeyi genişletmek için– kendimizin ve hemcinslerimizin, hayatımızı, sıhhatimizi, bütün manevî kıymetleri tehlikeye mâruz bıraktığımız muhakkaktır. Bunun başka türlü olmasına da imkân yoktur. Çünkü çeşitli gayelerimizin tahakkuku için aynı vasıtalara ihtiyacımız vardır ve bu gayeler birbirleriyle çarpışırlar. Böyle olmasaydı, şüphesiz, münhasıran bu yüksek ve mutlak kıymetlerin peşinden koşardık.
İnsanların realitenin kendilerine yüklediği çetin ‘seçme’ mecburiyetini bertaraf etmek istemelerine şaşmamak lâzımdır. Fakat, seçme işini kendileri yerine başkasının yapmasına razı olacak insanlar da azdır. İnsanların asıl istedikleri şey, seçme mecburiyetini büsbütün yok edebilmektir. Bunun için, insanlar, hakikâtte bu ‘seçme’ mükellefiyetinin zarurî olmadığı ve sâdece mevcut iktisadî sistemin fenalığı yüzünden kendilerine böyle bir mecburiyetin yüklendiği yolundaki iddiaları benimsemeye fazlasıyla hazırdırlar. İnsanları kızdıran asıl şey, iktisadî bir meselenin mevcudiyetidir.
Kendi arzularını gerçek zanneden ve hakikâtte bir iktisadî mesele mevcut olmadığı zehabına kapılan birtakım insanlar, sağlam esaslardan mahrum olan ‘potansiyel bolluk ve bereket’ nazariyesine sarılmışlardır; bütün beşeriyeti refaha kavuşturacak kadar servetin potansiyel (gizli) bir şekilde mevcut olduğunu ileri süren bir nazariye doğru olsaydı, insanları muhtelif şıklar arasında ‘seçme’ yapmaya mecbur eden bir iktisadî meselenin mevcut olmadığına hükmedilebilirdi. Sosyalizm ortaya çıkalıdan beri muhtelif şekiller altında sosyalist propagandasına hizmet etmiş olmakla beraber, bir tuzaktan ibaret olan bu fikir, bundan yüz yıl önce ilk defa ortaya atıldığı zaman ne kadar hatalı idiyse, bugün de aynı derecede aşikâr bir şekilde hatalıdır. Bütün bu devre boyunca, bu faraziyeyi ileri sürdürenlerden hiçbiri, sefaleti bütün dünyadan kaldırmak şöyle dursun, hiç değilse yalnız Batı Avrupa’dan kaldırmaya yetecek derecede istihsali artırmak imkânını sağlayan kabîli tatbik bir plân teklif edememiştir. Denebilir ki, ‘potansiyel bolluk’ nazariyesini ileri sürenler ya ahlâksız ya da câhildirler. Bununla beraber, bizi plâncılığa doğru sevketmek hususunda, bu sahte ümidin, en az diğer âmiller kadar rolü olmaktadır.
Halk inanmakta devam etse bile, meseleleri bilen mütehassısların ekserisi, plânlı iktisat rejiminde istihsalin rekabet rejimine nazaran hissedilir derecede fazla olacağı fikrini yavaş yavaş terk etmişlerdir. Meseleyi yakından ve ciddî surette inceleyen birçok sosyalist iktisatçı, plânlı iktisat rekabet rejimi kadar verim sağladığı takdirde, buna sevinmek lâzım geldiği kanaâtindedirler. Bu iktisatçılar, artık plâncılığı istihsal sahasında daha yüksek bir verim sağladığı için değil, fakat servetlerin daha âdil ve hakkaniyetli bir şekilde dağılacağı iddiasiyle müdafaa etmektedirler. Zaten plâncılık lehindeki deliller içinde ciddî bir surette tetkik edilmeye değer yegâne iddia da budur. Gerçekten, servetleri, önceden tespit edilen bir ölçü dâiresinde dağıtmak ve kimin ne alacağını önceden kararlaştırmak istediğimiz takdirde, bütün iktisadî sistemi baştan başa plânlaştırmamız lâzım gelecektir. Fakat burada da şu mesele karşımıza çıkar: Muayyen bir şahıs tarafından tasarlanacak bir adâlet ideâlinin tahakkuku, iktisadî kuvvetlerin bu kadar zemmedilen serbest faaliyetinden çok daha fazla memnuniyetsizlik ve zulüm doğurmayacak mıdır?
***
İktisadî sahada uzun asırlar boyunca sıkı nizam ve tahditlerin hüküm sürdüğünü ve merkezî bir plâncılığın kurulmasının, netice itibariyle, kısa bir serbest iktisat devresinden sonra, tekrar eski nizama bir dönüş olacağını düşünerek kendimizi avutursak, büyük bir hayâl kırıklığına uğramamız mukadderdir. Plânlı iktisat rejiminde, ferdî hürriyetin laissez-faire devrinden önceki devirlere nazaran çok daha vahim ihlâllere mâruz kalmayacağını sanmak, tehlikeli bir hayâle kapılmak olur. Avrupa tarihinde, iktisadî hayatın tanzim ve takyidi hususunda en ileri gidildiği devirlerde bile, umumî ve yarı dâimî bir kaideler manzumesi kurulmakla iktifa edilmiş, bu çerçeve içinde ferde geniş bir serbest faaliyet sahası bırakılmıştır. Zaten o zaman tatbiki mümkün olan kontrol metodları da, çok umumî birtakım direktiflerden başka tahditler konmasına imkân verecek mahiyette değildi. En sıkı kontrol bile, ferdî faaliyetin, ancak içtimaî iş bölümü ile ilgili olan kısmına münhasır kalıyordu. Fert, kendi istihsali ile geçinebildiği sahalarda –ki bu saha çok daha genişti– istediği gibi hareket etmekte serbest idi.
Hâlbuki bugün durum tamamiyle farklıdır. Liberal çağ boyunca işin gitgide ihtisaslaşmasının neticesi olarak, bütün faaliyetlerimiz bir içtimaî vetirenin parçası hâline gelmiştir. O zamandan beri müthiş surette artmış olan nüfusun bugünkü hayat seviyesini bu ihtisaslaşmaya borçlu olduğumuz için, ihtisaslaşma yolundaki bu inkişafı durdurmak ve geriye dönmek de imkânsızdır. Bunun neticesi olarak, rekabetin yerine merkezî plâncılığı ikâme ettiğimiz takdirde, eski devirlere nispetle, hayatımızın çok daha mühim bir kısmı devlet iktidarına tâbi olacaktır. Merkezî otoritenin müdahalesi münhasıran ‘iktisadî’ faaliyetimize inhisar etmeyecektir, çünkü bugün hayatımızın bütün cepheleri bir başkasının iktisadî faaliyetine tâbi bulunmaktadır.
Sosyalistlerin “ihtiyaçların kolektif şekilde tatmini”, yani eğlencelerimiz için olduğu kadar tabiî ihtiyaçlarımızın tatmini için de muayyen zamanların ve şekillerin tespiti hususundaki arzuları, kısmen kütlelerin siyasî terbiyesini sağlamak maksadına matuftur. Fakat, totaliter devletin zuhuruna bir hayli hizmet etmiş olan bu fikir, aynı zamanda plâncılığın kaçınılmaz icaplarından biridir; plâncılık, esas itibariyle, her türlü ‘seçme’ imkânından mahrum kalarak, plânın uygun gördüğü şeyi, plânın derpiş ettiği zamanda elde etmemiz demektir.
İktisadî hürriyet bulunmadıkça siyasî hürriyetin bulunmayacağı sık sık söylenir. Bu söz doğrudur; fakat bu cümleye, plâncılık taraftarlarının verdikleri mânânın tam tersi verilmek şartıyla. İktisadî hürriyet, sosyalistler tarafından vaadedilen “her türlü iktisadî endişeden kurtulma” mânâsına alınırsa, “iktisadî hürriyet’in bütün diğer hürriyetlerin ön şartı olduğu ileri sürülemez: Çünkü bu mânâda iktisadî hürriyete kavuşabilmek için, fertleri mutlaka intihap zaruretinden de, imkânından da mahrum etmek lâzımdır. Diğer hürriyetlerin zarurî şartı ve esası olan iktisadî hürriyet, kendi yolumuzu bizzat intihap hakkını bize bırakan, insanlara serbestçe faaliyette bulunmak imkânını bahşeden bir iktisadî hürriyettir. Böyle bir hürriyet de, zarurî olarak, her hakkın tabiî neticesi olan muhatara ve mesûliyetleri de beraberinde getirir.
Kitabı satın almak için;