Kendiliğinden Doğan Düzenler Olarak Demokrasi

Gus diZerega’nın demokrasiyi bir kendiliğinden doğan süreç ya da onun daha çok tercih ettiği şekliyle kendi kendini organize eden düzen olarak görmesi dikkate alınması gereken bir yaklaşımdır. Çünkü liberalizm ile demokrasi arasındaki “gerilim”e Hayekçi kavramsal araçlarla yeni bir açıdan bakılmasını sağlamaktadır.

diZerega’ya göre demokrasi ile mutlak egemenliğin sahibi olarak devlet arasında bir ayrıma gidilmelidir. Çünkü demokratik devlet klasik anlamdaki devletten farklı bir tür devlettir. Bölgesel tahakkümün organize olmuş hiyerarşisi anlamında devlet, yönetenler ve yönetilenler olarak ikiye ayrılır ve yönetilenler yöneticilerin değerler hiyerarşisine göre yaşamaya zorlanabilirler. Bu anlamda yönetilenler devletin amaçları için araç konumuna düşürülebilir. Devleti yönetenlere göre, hiçbir sosyal kurum ya da grup onun son karar verme mercii olmasına karşı çıkamaz ya da o izin vermeden yönetime katılma hakkı gözetemez. Oysa liberal demokrasiler bu değer hiyerarşisini yıkarak değer çoğulculuğunu başarabilmiş, vatandaşlarına eşit statü kazandırabilmiş ve yöneticilerini hukuk kurallarının egemenliği altına alabilmiştir. diZerega’nın kendi sözleri şöyledir:

“Siyasi demokrasi temelde kendi kendini organize eden bir sistemdir. Demokrasi, temel liberal ilkeler olan insanların eşit statüsünün, bireylerin seçme özgürlüğünün ve bireysel sorumluluğunun ve diğerlerine saygının siyasi ifadesidir. …”

İnsanlar eşit statüye sahip olduğunda, birbirlerine eşit saygı ile sınırlandırıldıklarında onların etkileşimlerini yapılandıracak kurallar formel, soyut ve usulidir. Siyasi alanda bunun doğal sonucu demokratik siyasettir. Piyasada ve bilimde olduğu gibi hiç kimse kendi kendini organize eden bir sistem kurmuş değildir. O doğmuştur. Siyasal demokraside, kendi kendini yöneten düzen, egemenlik kurumu olarak devletin, vatandaşları arasında –ki daha öncesinde tahakküm altına alınmış olanlar- usuli siyasal eşitliği sağladığında doğar. Her ne kadar ABD Anayasası ve parlamenter demokrasisi uzlaşmaların, içsel reformların ve mimari bir büyük projenin yokluğunun bir sonucu ise de onlar, kaotik bir şaşkınlığın ya da eski anlamdaki devletin yeni bir sonucu değildirler. Liberal ilkelerin içsel mantığı onları çok farklı bir yöne doğru sürükledi.”

diZerega burada liberalizm ile demokrasi arasında kurulan temel dikatomiyi reddederek liberal demokratik siyasetin liberalizmden de çoğunluğun yönetimi anlamında demokrasiden de daha fazla bir şey olduğunu öne sürer.

Bu yeni durumu açıklamak için yine Hayek’in terminolojisine başvurulmaktadır. diZerega, liberal demokrasi ile egemenlik tekelinin sahibi anlamında devlet anlayışını farklılaştırmak için Hayek’in katalaksi (catallaxy) ile ekonomi arasında yaptığı ayrıma başvurur. Ekonomi, yarışan amaçlar arasında nispi önemine uygun olarak bir plan dahilinde tahsis edilen verili araçlar setini de içeren kompleks eylemleri kapsar. Katalaksi ise bu ekonomilerin birbirine geçmiş bir ıdır (network). Katalaksiyi ekonomilerden ayıran temel özellik onun tek bir ölçek ya da amaçlar hiyerarşisi tarafından yönetilmiyor olmasıdır. Bir katalaksi içinde birden fazla ekonomi bulunabilir. Tekil ekonomiler mübadele ağı diyebileceğimiz katalaksinin sağlamış olduğu bilgiden ve imkânlardan yararlanarak kendi amaçlarına göre hareket ederler. Bir şeker fabrikası ekonomik bir birim ise şeker piyasası bir katalaksidir.

Bu açıdan yaklaşıldığında liberal demokrasiler siyasal katalaksiler ise çeşitli demokratik politikalar da ekonomik birimler gibi düşünülmelidir. Piyasada da her zaman optimum fayda sağlanamaz. Doğal tekeller ortaya çıkabilir ya da yanlış yatırımlar yapılabilir. Ama bu tür sonuçlara rağmen piyasa süreci devam etmektedir. Kötü yatırımlar elenir; doğal tekeller yeni teknolojilerle ortadan kaldırılabilir. Piyasa ile liberal demokrasiler arasında kurulan metaforun sınırlıklarının farkında olunarak denilebilir ki, liberal demokrasilerde de usuli ilişkiler, negatif haklar ve anayasal sınırlamalar kötü demokratik kararların yerlerini yenileri ile değiştirilmesi imkânı her zaman vardır.

Ancak klasik liberallerin salt demokratik süreçler sonucu alınmış siyasal kararların meşruluğuna ilişkin sorusu halen cevaplanmış değildir. Çoğunluk oyu ile azınlık hakları ihlal edilebilir mi? diZerega burada da konuya farklı bir açıdan yaklaşarak, sorunun liberalizm ile demokrasi arasındaki ilişkiden çok kendi kendini yöneten düzenlerle araçsal organizasyonlar arasındaki gerilimden kaynaklandığını ileri sürer. Araçsal organizasyonlar kendi kendini yöneten sistemler içinde var olan belirsizlikleri aşmak isterler ve bunu da genellikle sistemin kendisini kontrol ederek yapmaya çalışırlar. Çeşitli bürokratik kurumlar, büyük şirketler ya da sendikalar bu tür araçsal organizasyonlara örnek gösterilebilir.

Bu gerilimin kaynağı kendi kendini yöneten sistemlerle araçsal organizasyonların bilgiyi kullanma konusunda farklılaşmasıdır. Kendi kendini yöneten düzenler temelde bilginin toplumdaki kullanımını yaygınlaştırır ve yeni bilgi üretimini kurumsallaştırır. Araçsal organizasyonlar için bunun tam tersi doğrudur. Bunlar için bilgi kıt olduğu ölçüde değerlidir. diZerega, organizasyonların kıtlığı sevdiklerini belirtir. “Devlet sırları” ya da “ticari sırlar” bunlara örnektir. Organizasyonlarda bilgi ihtiyaç temelinde dağılır. Lider organizasyonun amacını gerçekleştirmek için çevresini kontrol ederek, öngörüsünü artırmanın peşindedir.

diZerega’ya göre dev bürokrasiler de, dev şirketler de sisteme hakim olmaya çalışır. Modern liberaller dev bürokrasilerin, klasik liberaller de dev şirketlerin bu açıdan tehlikelerini vurgulamakta yetersiz kalmışlardır. Ona göre, iki liberal akım da “siyaset yapmayı” hükümet işlerinden çıkarmak istemektedir. Ancak bu yaklaşımların hatasının, sorunu yanlış kavramaktan ileri geldiği iddia edilir. Sorun bu araçsal organizasyonların kendiliğinden doğan düzendeki yeni gelişmelere göre kendilerini adapte etmek yerine sistemin kendisini kontrol etmeye çalışmalarıdır. Sistemi kontrol etmeye çalışmak sisteme adapte olmaktan daha az maliyetli ve kolaydır. Aslında bu önermenin pratik karşılıklarını rant arayışı incelenirken ortaya konmuştu. Örneğin bir firmanın teknolojik değişikliklere ayak uydurarak ürününün rekabetçi özelliklerini artırmak yerine kota sınırlamaları arayışına girerek çevresini kontrol etmeye çalışması diZerega’nın teorik çerçevesine oturmaktadır. Bir siyasal iktidarın çeşitli bürokratik mekanizmalarla toplumsal hareketliliği önleyerek statükoyu koruma çabası da adaptasyon yerine kontrolün tercih edildiği durumlara örnektir. Bu tür durumlar demokratik olmayan siyasal düzenlerde sıklıkla gözlemlenir.

Peki diZerega nasıl bir demokratik siyaset süreci önermektedir? diZerega özellikle Locke, Montesquieu, Tocqueville geleneğinden yükselen kendi kendini yönetme ilkesinin liberaller tarafından unutulduğunu iddia eder. Liberallerin demokratik yönetimlerde siyasal politikaların halkın rızasına dayalı olarak alındığını hatırlayıp, demokrasiye bir iktidar siyaseti (power politics) olarak değil ama bir ikna etme süreci olarak görmeleri gerektiğini vurgular.

Liberal demokrasilerde bir değerler hiyerarşisi olamayacağına göre kamusal meselelerin ve olası politikaların neler olabileceği konusunda da asla emin olunamaz. Demokratik bir düzende emin olunabilecek tek şey genel usuli kurallardır. Dolayısıyla önemli olan bu usullerin sonucunda ortaya çıkan kararın demokratik olduğunun kabulüdür. Bu bakış açısı kamusal tartışmaları ve bu tartışmalar için gereken bilgiyi önemli kılmaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi, demokratik toplumlar “bilgi” açısından zengin çevrelerdir. Kamusal bir konuda vatandaşların sayısı kadar farklı fikir ve binlerce farklı çözüm olabileceği gibi konuların birbirleri ile bağlantı olma ihtimalleri yüksektir. diZerega liberal demokrasileri kompleks yapılar olarak gördüğünden demokratik koordinasyon süreçlerinin öneminden bahseder. Demokratik koordinasyon süreçleri ilgili konularda gerekli bilgilerin gereksiz bilgiyle fazla karşılaşılmadan ilgili vatandaşlara ileten süreçlerdir. Bu koordinasyon süreçleri ilgili bilgiyi vatandaşlara filtreleyerek sunar. Böylece kamusal tartışmalara katılmaya istekli vatandaşlar daha fazla insanı kendi görüşlerine ikna etmek için fırsata sahip olur.

diZerega’ya göre, filtreleme ve koordinasyon sürecinin bilgiye ilişkin (informational) en az iki özel koşulu olmalıdır: Herkesin, argümanları ikna edici olduğu müddetçe makul düzeyde siyasi etkisini genişletmeye şansı olmalıdır ve ilgili kamuoyu tarafından geniş bir şekilde tartışıldıktan sonra çürütülemeyen politika uygulanmalıdır. Buradan hareketle diZerega, birinci olarak her hangi bir konu hakkında alternatif perspektifler hakkında ulaşılabilir bilgi olması gerektiğini; ikinci olarak, temsil edilen alternatif perspektiflerin daha ileri düzeyde araştırılmasının kolayca mümkün olması geretiğini; üçüncü olarak da siyasi taraftarların ilgili diğer vatandaşlara ulaşmalarını sağlayacak araçlar sağlanması gerektiğini belirtir.

diZerega bu koşulların tam olarak nasıl işleyeceği hakkında bilgi vermemektedir ama siyasal girişimciliğin önemine vurgu yapmakla yetinmektedir. Ancak, onun vurgulamak istediği hususun Tocquevilleci olduğu belirtilmelidir. Özellikle yerel siyasetin önemine vurgu yapan diZerega, pek çok yerel hizmetin rahatlıkla demokratik süreçler kullanılarak yapılabileceğini savunmaktadır. Hatta ulusal ormanların yönetiminin İngiltere’de olduğu gibi ilgili kişilerin ve çıkar gruplarının demokratik yönetimiyle başarı ile sağlandığını ve bu ormanların belirli tür çıkar gruplarını eline düşmediğini öne sürmektedir. Buna göre orman yönetiminde söz sahibi olmak isteyen ve belirli kriterleri sağlayan herkesin ulusal ormanların yönetimine katılmaya hakkı vardır. Binlerce kişilik üyeden oluşan geniş tabanlı bu “trust”ların pek çok kamusal hizmete model teşkil edebileceği ileri sürülmektedir.

Ormancılık “kooperatifleri” modelinin sınırlı bir uygulama alanı olabilir ama diZerega’nın liberal demokrasileri tanımlamak için ortaya attığı Hayekçi kavramsal araçlar son derece kullanışlıdır. Şüphesiz siyasal koordinasyon mekanizmalarını tanımlamak zordur. Siyasal tartışmada piyasada paranın işlevini görecek bir mekanizma bulunmamaktadır. Açıkçası siyasal süreçler bu açıdan ekonomik süreçlerden daha karmaşıktır. Ancak siyasal örgütlenme hakkının, ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün siyasal koordinasyonun sağlanmasında filtre görevi görecek temel kurumlar olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bireysel özgürlüğü ve liberal bir siyasal düzeni korumak sadece devletin meşru faaliyet alanını tanımlamakla güvence altına alınamamaktadır. Siyasal kendi kendini yönetim bireylerin kendilerini aşan ama kendilerinin de dahil olduğu kamusal meseleler hakkında ilgili olmalarını ve kamusal karar alma süreçlerini etkilemek için istekli olmalarını gerektirmektedir. Tocqueville’nin sivil toplum vurgusu toplumların kendi kendilerini yönetme yeteneklerini kaybetmemeleri için yapılan bir çağrıdır.

diZerega demokratik usuli süreçlerle liberal negatif hakların yapısal uyumunu göstermeye çalışarak önemli bir bakış açısını ortaya çıkartmıştır. Siyasetin alanın genişlemesi zorunlu olarak devletin bireylerin haklarını çiğnemesini gerektirmemektedir. Eğitim, vergiler hatta milli savunma alanlarında dahi çoğulculuğa dayalı bir anlayışı liberal demokratik ilkeler çerçevesinde kurmak mümkün olabilir. Kamu çıkarının belirlenmesi konusunda yapılması gereken liberal bir vurgu da kamusal tartışmaya katılacak olanların “‘doğal haklar’a sahip, kendi kapsayıcı dünya görüşleri ve hayat tarzı tercihleri olan bireyler veya birey temelli gönüllü topluluklar” olduklarıdır. Kamusal tartışmaya kendi kişilikleri ile katılan vatandaşlar, farklılıklarımızla bir arada yaşamak için kamusal bir ahlâk oluşturma fırsatı bulabilirler. Aksi halde tüm toplumsal çeşitlilikten ya da kompleks yapıların ortaya koyduğu farklılaşmış bilgiden yararlanma çabasının bir anlamı yoktur. Geniş anlamda sivil toplum kuruluşlarının kamusal iyiyi belirlemek için yaptıkları müzakereler ve mücadeleler, siyasi ve ekonomik anayasaların yapmaya çalıştıkları kurumsal sınırlamaların devamı olarak görülmelidir.

Şüphesiz bireysel özgürlüğü ve çoğulculuğu merkezi demokratik modellerden daha iyi koruyacak farklı kurumsal alternatifler de düşünülebilir. Bu açıdan rekabetçi federalizm modeli önemli bir imkân olarak karşımıza çıkmaktadır. “Buradaki federal unsur belirli bir etnik kimliğin belirli bir coğrafi alanda tespit edilmesi ile ilgili değildir; aksine kolektif kimliklerin geçişkenliğini ve –dolayısıyla– değişime açık olmalarını esas alır.” Rekabetçi federalizmde özerk siyasi birimler arasındaki serbest dolaşım vatandaşların kendi hayatları üzerinde daha fazla söz haklarına sahip olmalarını sağlayabilir. Buna göçerek oy kullanmak (voting with one’s feet) da denmektedir. Vatandaşların özerk federal yapılar arasında seçim hakkına sahip olmaları bu birimler arasında rekabeti koruyarak yönetimlerin vatandaşların tercihlerine ve başarıya doğrudan odaklanmalarını sağlayabilir. Şüphesiz bu tür bir kurumsal rekabet bireysel tercihlerle kolektif kararlar arasındaki açığı kapatırken federal devletin anayasal yapısını güçlendirir.

Rekabetçi federalizm modelinde vatandaşların “rasyonel” siyasi tercihlerinin katalaktik bir demokratik düzene doğru evrim geçireceği ümit edilmektedir. Bu modelde beklenen sonuç her bir federe devletin birbirinden soyutlanması değil ama barışçıl rekabet ile birbirlerini daha iyi takip eden ve birbirlerine daha bağımlı bir devletler grubu oluşturmalarıdır. Devletlerin birbirine bağımlılıkları sağlanabilirse federal devletin rekabetçi siyasi düzenini ayakta tutan anayasal yapısı da kendini sürekli olarak yeniden üretir duruma gelebilir. Böylece tabandan tavana doğru yükselen ve bireysel tercihlerden kopmamış demokratik bir devlet ortaya çıkabilir.

Bu tür demokratik bir sistemde liberal bir anayasal düzenin ortaya çıkacağı beklentisi ise kompleks yapıların ancak genel ve soyut hukuki kuralların hakim olduğu bir çevrede gelişebileceği önermesine dayanmaktadır. Bilgi perspektifinden bakıldığında hangi alternatif hukuki-siyasi yapıların ve siyasi pratiklerin vatandaşın genel çıkarına daha çok yaradığı, hükümetler arası rekabet ile daha iyi ortaya konulabilir. Siyasal rekabet çıkar gruplarının doğal avantajlarını önemli ölçüde elimine ederek “sessiz çoğunluğun” siyasi kararlarda bir fark yaratmasını sağlayabilir. Ayrıca bu tür bir rekabetçi siyasi sistem “çoğunluk iradesi” üzerinde de ciddi sınırlamalar getirebilir. Kabaca söylemek gerekirse ayrımcılığa uğrayan vatandaşların uğradıkları zarar göç maliyetlerinden yüksekse bireyler kaynaklarına göre tercihlerini başka bir federe devletten yana kullanabilirler. Göç genel bir eğilime dönüştüğünde bir siyasal yapıda herkesin kaybedecek çok şeyi olacaktır. Bu durum genelin çıkarını koruyacak hukuk kurallarını destekler. Ortaya çıkan demokratik tecrübe ise muazzam derecede değerli bilgiyi içinde barındırarak gelecek nesiller için demokratik bir siyasal gelenek yaratabilir. Şüphesiz tüm bu süreç hiç bitmeyecek Tocquevilleci demokratik siyasal katılımı zorunlu kılmaktadır. Unutulmaması gereken husus demokratik düzenlerin birer “araçsal sistem” değil ama kendi kendilerini yöneten siyasalar olduklarıdır.

Demokratik siyaset klasik liberaller ve liberteryenler tarafından her zaman kuşkuyla karşılanmıştır. Hayek’in Kölelik Yolu sivil toplumun ve piyasanın merkezi planlar çerçevesinde devletleştirilmesinin kölelikle neticeleneceğini kuvvetli bir şekilde savunmuştur. Bu tür uyarılar refah devletinin genişlemesi ile demokratik siyasetin özdeşlemesine ve bunun sonucunda ikisine de antipati ile yaklaşılmasına neden oldu.

Bu kitap boyunca çeşitli vesilelerle devletin ekonomiye keyfi müdahalelerinin kusurlarından ve tehlikelerinden bahsedildi. Ancak demokratik siyaset bağlamında vurgulanması gereken başka bazı hususlar bulunmaktadır. “Uluslararası Ekonomik Özgürlük İndeksi”ne bakıldığında genellikle refah devletinin iyi örnekleri olarak gösterilen İskandinav ülkelerinin çoğunun ilk otuz ülke arasında yer aldığı görülmektedir. “Uluslararası Mülkiyet Hakları İndeksi”ne bakıldığında ise bu ülkelerin durumu çok daha iyidir. Bu indekste Finlandiya birinci İsveç ikincidir. Freedom House’un yaptığı araştırmalar da bu ülkelerin özgür ülkeler olduğunu belgeliyor. Benzer bir iddia ABD için de yapılabilir. Amerikan hükümetinin genişlemesi zorunlu olarak sivil ve siyasi özgürlüklerde bir gerilemeyi getirmemiştir. Hatta zencilere uygulanan yasal ayrımcılığın kaldırılması ya da gay ve kadınların çeşitli sivil haklarının tanınması gibi hususlara bakıldığında bireysel özgürlüklerin alanın devlet harcamalarının daha sınırlı olduğu döneme göre arttığı dahi söylenebilir.

Tabiî ki, devlet faaliyetlerinin alanın genişlemesi her yerde aynı sonuçları yaratmamaktadır. Pek çok anti-demokratik ya da gelişmekte olan ülkede, devletin faaliyet alanın genişlemesi, doğrudan sivil, siyasi ve ekonomik özgürlüklerin budanması anlamına geldiği yine benzer raporlarla gösterilebilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bahsi geçen refah devletlerinde belirli ölçüde demokratik usuli ve hukuki süreçlerin korunabilmiş ve negatif haklardan genel olarak ödün verilmemiş olmasıdır. Bir örnek olarak İsveç’in ekonomik özgürlük durumu incelendiğinde sorunlu pek çok alan görülebilir. Ama İsveç hükümeti zenginlik yaratan temel piyasa süreçlerini serbest bırakarak zenginlik yaratımının devamlılığını sağlayabilmiştir. Şüphesiz bunda 2000’li yıllarda başlayan deregülasyon hareketinin bu konudaki payı büyüktür. İsveç’in 1990’larda girdiği ekonomik krizin temel sebebi refah devleti uygulamalarının piyasanın zenginlik yaratan kompleks sistemini işlemez hale getirmesinden kaynaklanır. Bugün itibariyle İsveç ekonomisinin %95’i özel işletmelere aittir. Yine ilginç bir şekilde İşveç, eğitim kuponu sistemini en yaygın şekilde kullanan ülkedir.

Burada vurgulanmak istenen, İsveç gibi bir refah devletinin dahi, hukukun prosedürel yapısını uygun düzenlemelerle temelde koruyabileceğidir. Dolayısıyla demokrasi ve özgürlük ilişkisine devlet-piyasa dikatomileri üzerinden yaklaşmanın, indirgemeci bir tutuma dönüşebilme tehlikesi vardır. Refah devleti bir kumanda ekonomisine dönüşme yolunda ilerlediğinde, şüphesiz, hukuk devleti ya da bireysel özgürlük ideali büyük tehlike altına girer. Ama devletin refah fonksiyonu, belirli sınırlar içinde ve merkeziyetçi olmayan yollarla yapıldığı takdirde, devletin refah fonksiyonunun toplumsal barışı ve hukuksal düzeni destekleyici özellikleri vardır.

Hayek, İkinci Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Kölelik Yolu’ndaki uyarılarında son derece haklıydı. Savaş sırasında büyük çaplı kamulaştırmalar ve ülkenin tek bir amaç doğrultusunda hükümetin direktiflerine göre çalıştırılması toplumun köleleştirilmesi yönündeki adımlardı. Ancak Batı Avrupa ülkelerinde İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihsel seyir bu yönde gitmemiş, liberal demokratik siyaset kendi mevzilerini tekrar kazanarak, siyaset çoğulcu ve kompleks yapısına tekrar kavuşma yolunda ilerlemiştir.

Amerika’nın anayasal demokrasi tarihi kendiliğinden doğan düzenlerin siyasal örneğinin hem işleyen hem de aksayan yönleri açısından öğreticidir. Henüz kolonyal dönemde demokratik siyaset geleneğini geliştirmiş ve güçlü bir sivil topluma sahip olmuş olan Amerikalılar tarihte ilk kez geniş çaplı bir cumhuriyet kurmaya cesaret etmişlerdir. Bu cumhuriyetin asıl başarısı, kolonileri birleştirerek daha güçlü bir devlet kurmuş olmasında değil, ama farklı kolonilerde var olan çoğulcu yapıyı koruyacak bir siyasal sistem üzerine düşünmüş ve bunu gerçekleştirmiş olmasında aranmalıdır.

Bugün Amerikan politikasının bazı kurucu öğelerinden uzaklaştığı ve bazı sorunları da mevcut anayasanın çözemediği görülmektedir. Madison’un farklı çıkarların birbirini dengeleyerek güç temerküzünü durdurma fikri yavaş yavaş bir rant peşinde koşan topluma (rent seeking society) doğru evrim geçirmektedir. Federe hükümetler giderek daha fazla oranda merkezi hükümete bağlanmakta ve yerel halk kendi sorunlarının başkentteki bürokratlar tarafından halledilmesini daha çok arzulamaktadırlar.

2008 finansal krizi bu açıdan son derece anlamlıdır. Kısaca belirtmek gerekirse, merkezi hükümet düşük gelir grubuna mensup insanları ev sahibi yapmayı istemiş, bunu başarmak için de önce 

 

FED’e faiz oranlarını yapay bir şekilde düşürtmüş sonra da pek çok kredi kurumuna piyasa koşullarının sağlayamayacağı finansal güvenceler sağlamıştır. Böylece pek çok usuli kural ihlal edilmiştir. Öncelikle FED kendi kararlarını piyasanın işleyişine göre değil ama hükümetin politikalarına göre düzenlemiştir. Bu da özerk bir kurum olması beklenen FED’in hükümetin bir aracı konumuna düşmesine neden olmuştur. Tabi bununla birlikte genel, soyut kurallara ihtiyaç duyan piyasa düzeni bu müdahalelerden olumsuz bir şekilde etkilenerek milyonlarca kişinin hayatını kötü etkilemiştir. İkinci olarak batan kredi kurumlarının çoğu, vergiler aracılığıyla kurtarılmıştır. Başta, alt gelir grubundaki insanlara yardım etmek için girişilen politikalar sonuçta halihazırda üst gelir grubuna mensup bazı kişilerin gelirlerini hakkaniyetsiz bir şekilde genişletmelerine ya da muhafaza etmelerine yaramıştır. Yani merkezden yapılan büyük bir plan, büyük toplumun kendi kendini yöneten süreçlerine zarar vermiş ve bürokratların yetenek sınırlarını fazlasıyla aşmıştır. Sonuçta da hedeflenin tam tersi neticelere maruz kalınmıştır.760

Amerikan demokrasi tecrübesi iyi ve kötü örnekleri ile iyi kurumsal sınırlamalar altındaki gerçekleşen beşeri etkileşimin ve mübadelenin sosyal açıdan iyi sonuçlara yol açabileceğini göstermektedir. Tabiî ki toplumların sosyal ve siyasal yapıları yüksek derecede komplekstir ve bizler çeşitli süreçlerin sonucunda hangi belirli sonuçlara ulaşılacağı konusunda emin olamayız. Ancak, beşeri tecrübeden yararlanarak sınırlı öngörülerde bulunmamız pek ala mümkündür. Liberal demokrasileri de bu anlamda ele almak gerekmektedir. Şüphesiz liberalizm ilkeleri ile demokratik süreçlerin, sorunsuz bir birlikteliğinden bahsedilemez. Ancak çoğulcu ve özgür bir toplum hedefi sadece bu toplumun erdemlerini anlatarak yaklaşılabilecek bir ideal değildir. Demokrasi tepeden tabana doğru gelişen bir siyasal iktidar anlayışına karşı tabandan tavanı etkileyecek bir siyasal iktidar anlayışı geliştirebilecek şimdilik elimizdeki tek siyasal yönetim şeklidir. Herhangi bir otokrasi denemesinin, şu ana kadar, toplumların bilgi zengini çevresinde gelişen siyasal tercihleri iktidara yansıtabildiği görülmemiştir. Ama bu amaç ancak çoğulcu bir toplumda bireysel haklar korunduğunda anlamlı bir kamusal iyiliğe ulaşabilir. Bu anlamdaki bir kamusal iyi ise anayasal devlet düşüncesinden bağımsız bir şekilde gelişemez. Ancak bu iki yaklaşımın birleşimi liberalizmden de demokrasiden de fazla bir şeydir. Liberal demokrasiler katalaksilerdir, yani pek çok siyasal ağın iç içe geçtiği kompleks bir örüntü, bir süreçtir. Bu süreç şüphesiz her zaman bir öğrenme, adaptasyon ve yenilenme tecrübesi olarak kalacaktır. Bu yüzden siyaseti kazanın her şeyi aldığı bir oyun olarak algılanmayı bırakmalı ve onu özgürlüğü korumanın bir aracı olarak tekrar kurmanın yolları aranmalıdır.

Friedrich Hayek ya da Milton Friedman gibi 20. yüzyılın önde gelen liberal yazarları, sadece sosyalist veya “müdahaleci” siyasi-ekonomik fikirlere karşı mücadele etmemişlerdir. Bu yazarlar refah devletinin zararlı etkilerini azaltma yönünde kullanılabilecek olan “sosyal” içerikli pek çok farklı politika önerisini gündeme taşıyarak, devletin refah fonksiyonunun, iktisadi rasyonaliteden ve bireysel özgürlük idealinden uzaklaşmamasını sağlamaya çalışmışlardır.761 Ancak bazı liberteryen çevreler, bu yazarları serbest piyasa idealinden ayrıldıkları gerekçesiyle sert bir şekilde eleştirmişlerdir. Özellikle Hayek, piyasa ekonomisinin ihtiyaç duyduğu ahlaki standartları belirsizleştirmekle ve bu yolla devletçi bir sosyal demokrasi teorisini desteklemekle suçlanmıştır.

 

Devletin sosyal ve ekonomik hayata “yerinde” müdahalesinin ölçüsünün ne olduğu ile ilgili görüşler, insanların yukarıda bahsedilen tartışmadaki konumlarını belirlemektedir. Ancak daha önce de değinildiği gibi devlet müdahaleciliğine sadece piyasa-devlet dikotomisi çerçevesinde yaklaşmak, demokrasi teorisi bağlamında liberalizmin ilerleyebileceği pek çok yolu kapatıyor görünmektedir. Kompleks yapılar olarak liberal demokrasilerde devlet müdahaleleri incelenirken sorulması gereken ilk soru, söz konusu müdahalelerin, önceden planlanmış nihai bir duruma (end-state) göre toplumu düzenlemeyi amaçlayıp amaçlamadığıdır. Nihai bir durum ile kastedilen, sosyal evrim sonucunda ortaya çıkan kurumsal yapılar gözardı edilerek, toplumun, a priori olarak belirlenmiş ilkeler çerçevesinde, durağan bir sosyal ideale ulaşmak amacıyla yeniden düzenlenmesidir. Eğer sosyal teorisyenler araştırmalarına bu problem ile başlarlarsa, örneğin Hayek ile John Rawls gibi bir sosyal adalet teorisyenini aynı kategoride değerlendiremeyeceklerinin farkına varabilirler.

Rawls’un adalet teorisini kısaca ele almak faydalı olacaktır. Rawls, adaletin ilkelerini belirleyebilmek için insanların kendilerini bir bilgisizlik peçesi (veil of ignorance) arkasında olduklarını farz etmelerini ister. İnsanlar, hayatın temel gerçekleri hakkında bilgilidirler ancak kendilerinin kişisel, özellikleri, yetenekleri ya da sosyal statüleri hakkında herhangi bir bilgiye sahip değillerdir. Rawls, bu tür bir başlangıç durumunda (orijinal position), insanların adaletin rasyonel ilkelerine karar verebileceklerini düşünür. Çünkü insanlar kendileri hakkında hiçbir kişisel bilgiye sahip olmadıkları için, sosyal hayat başladığında, kendi varoluşlarını en iyi şekilde koruyacak ilkeleri seçeceklerdir. Örneğin, sizi iyi bir gelir elde etmekten alı koyacak bir sakatlığınız olabileceğini düşünürseniz, gelirin tamamen piyasa şartlarında belirlenmesini istemeyeceksinizdir. Rawls, bu tür akıl yürütmeler sonucunda, ancak en dezavantajlının yararına olacak durumlarda gelir eşitsizliklerine izin verilen bir siyasal sistemde adaletin sağlanacağına inanır.

Kısaca açıklanan bu sosyal sistemde Rawls, neo-klasik iktisadın genel denge teorisi analizine benzer şekilde, adil dağıtımın ihtiyaç duyacağı bütün bilgiye sahipmiş gibi davranmaktadır. Rawls, adil dağıtımın kurallar setini belirleyecek ilgili şartların bilgisine sahip, bilge ve tarafsız bir sosyal planlamacı gibi davranmaktadır. İnsanların hiçbir sosyal tecrübe yaşamadan, tecrübelerinden ders çıkartmadan, kendileri hakkında bile fazla bir bilgiye sahip olmadan adaletin ilkeleri hakkında anlaşabilecekleri varsayılır. Oysa bilgi problemi açısından, bir sosyal adalet teorisi, belirli bir tür refah dağıtıcı mekanizmayı gerçekleştirmeyi hedeflemek yerine, uygun ahlâki ilkelerin evrimine ve etkileşimine izin verecek olan kurumsal düzenlemelerin neler olabileceği üzerinde durmalıdır.

Bu bölümün başından beri vurgulandığı gibi kendiliğinden doğan düzen yaklaşımı belirli hakları ya da belirli sosyal hedeflerin değerlerini kendinden menkul şeyler olarak ele almaz. Örneğin bu kitap boyunca, özel mülkiyet modern medeniyetin köşe taşlarından biri olarak kabul edilmiştir. Ancak, mülkiyet, insan doğasının zorunlu bir gereği olarak açıklanmamıştır ama sosyal evrimin, inkişaf etmiş sosyal tecrübenin bir ürünü olarak ele alınmıştır. Birinci kısımda İskoç Aydınlanma geleneği incelenirken açıklandığı gibi, özel mülkiyetin sosyal bir norm olarak belirmesi ancak verili bir toplumun, belirli sosyal koşullar altında mülkiyeti bir hak olarak kabul etmesine dayandırılmaktadır.

Aynı tür eleştiri her hangi bir tür dağıtımcı adalet anlayışı için de geçerlidir. Eğer bir sosyal adalet teorisyeni kafasındaki “iyi” toplum anlayışına göre toplumsal düzeni yeniden kurgulamayı öneriyorsa, cevaplaması gereken ciddi sorular vardır. Örneğin dağıtılacak zenginlik nasıl yaratılacaktır; dağıtımcı kurumlar insanların kişisel motivasyonlarını nasıl etkileyecektir; siyasi kurumların durağanlaşması nasıl engellenecektir; farklı kişisel tercihlerin ya da tecrübelerin dağıtımcı sisteme entegre edilmesi nasıl sağlanacaktır?

Yukarıda geçen soruları pek çok açıdan çoğaltmak mümkündür. Ama burada ve kitabın genelinde açıklanmaya çalışılan temel husus şudur: İster sosyal adaletin ilkeleri ister demokratik siyasi sistemler hakkında olsun, sosyal evrim ve bilgi problemi çerçevesinde önemli olan rekabeti, bireysel özgürlüğü ve birlik kurma özgürlüğünü sağlayacak kurumsal bir çatının (framework) gerekliliğidir. Daha iyi bir sosyal düzene ya da daha iyi siyasi ilkelere ulaşmak, farklı insanların farklı tecrübelerinden ya da kurumsal rekabetten bağımsız bir şekilde ilerleyemez. Bu bakımdan, kendiliğinden doğan düzen yaklaşımı çerçevesinde liberal teorinin demokratik siyasal teoriye yapabileceği katkılar çok büyüktür. Nasıl daha iyi bir demokratik sisteme sahip olunabilir tartışmasından kaçınmak, hem liberal teoriyi hem de demokrasi teorisini zayıflatacaktır. Dolayısıyla bu tartışmadan kaçınmak yerine özellikle piyasadaki serbest girişim modeliyle demokratik toplumlarda serbest siyasal “girişim” modelini karşılaştırmalı olarak birbirine bağlayan teorilerden yararlanmak faydalı olabilir. Douglass C. North’un liberal demokrasiler ve piyasa ilişkisi üzerine, yeni kurumsal teori kapsamında yaptığı açıklamalar bu kısımda ele alınan konulara bütüncül bir gözle bakılmasını mümkün kılabilir.

 

Kendiliğinden Doğan Düzen - Buğra Kalkan 

ss.321-337

Kitabı satın almak için: 

Kendiliğinden Doğan Düzen

Kapat