Liberteryenizmin Temel İlkeleri

Özlem Kırlı, Liberteryenizm, ss. 28.

Liberteryenizmle ilgilenen birçok kişinin, doktrinin temel ilkeleri konusunda, bazen farklı değerleri öne çıkarsalar da, bazı noktalarda ortak oldukları görülür. Bu değerlerden ilki “self ownership” kavramı etrafında şekillenen “kendinin sahibi olan ve sorumluluklarını yerine getiren” birey anlayışı ve negatif özgürlüktür. İkincisi, klasik liberallerin gece bekçisi devlet anlayışından uzaklaşan, minimal devlet anlayışı veya devletin işlevlerinin özel şirketler aracılığıyla da yerine getirilebileceği düşüncesidir. Üçüncüsü, kendiliğinden gelişen düzen ve özgürlükleri geliştirici yönü ile serbest piyasanın önemidir. Dördüncüsü ise, barışa verilen önemdir.

Liberteryenler argümanlarına birey temelli, ontolojik bir iddiadan başlar. Liberteryen anlayışta sadece birey seçim yapma özgürlüğüne sahiptir ve yaptığı eylemlerden sorumlu tutulabilir bir varlıktır. Bundan dolayı da liberteryenizmde birey, temel sosyal analiz birimi olarak kabul edilir. Bu kabul, bireyin, özerk olduğu düşüncesinden kaynaklanır. Bireylerin eylemlerinden ahlaki olarak sorumlu olduğunun kabul edilmesi, Batı felsefî düşünüşünde önemli kavramlardan biri olan ve liberteryenlerin de kabul ettiği “kendinin sahibi olma” (self ownership) kavramından kaynaklanır. Locke’un “her bir bireyin kendisinin sahibi olduğu” düşüncesine dayanan self ownership kavramı, son dönemlerde siyaset felsefesinde marihuana bağımlılığı, kürtaj, ötenazi, gey ve lezbiyenlik, taşıyıcı annelik, sperm bankası, organ mafyası, fahişelik, hayvan hakları gibi konuların açıklanmasında önemli hale gelmiştir.

Liberteryenizme göre özel ve özerk her birey, hakları tarafından korunur. Bireyler, hükümet kurulmadan önce var olduğu kabul edilen yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını diledikleri gibi kullanma hakkına sahiptir. Haklar ilkesinin tâbi sonucu olarak, hiçkimse, ne kendisini ne de bir başkasını, ihtiyaçları için kurban edemez. Burada bir kişinin kendisi için diğer kişileri feda edebileceği fikri “egoizm” düşüncesi ile, bir kişinin belli amaçlar için diğerleri uğruna kendisini feda edebileceğine yönelik “altruist” düşünce arasında etik bir tartışmanın olduğu görülür. Birey haklarının kabulü her iki düşüncenin reddini gerektirir. Hiç kimsenin yaşamı bir başka kişinin yaşamı için rehin edilemez ve kısıtlanamaz. Bireylerin yaşamı dışarıdan keyfi müdahaleye maruz bırakılamaz ve başkaları tarafından tanzim edilemez.

Politik ve felsefî bir gelenek olarak liberteryenizm, politik meselelerde bireysel özgürlükleri öne çıkartan bir doktrindir. Her birey kendi eylemlerini belirleme özgürlüğüne ve diğer kişiler tarafından yapılan baskılara maruz kalmama hakkına sahiptir (rightful liberty). Ancak liberteryen teori herkesin her istediğini yaptığı bir düzeni öngörmez; hedonizme varan bir anlayışı savunmaz. Liberteryenizmin temel argümanı, bireylerin istediği her şeyi yapabilmesi olmakla birlikte, bu ilkenin sınırı, “zarar ilkesi” olarak tanımlanabilecek, bireyin başkasına zarar vermemesi düşüncesidir. Liberteryenler hukukun hâkimiyetinin teminat altına alındığı bir toplum önermektedirler. Hukukun hâkimiyetinden kasıt, bireylerin kendiliğinden oluşan ve yasal kurallar ile yönetilmesi, kanunlarda yazılı, önceden üzerinde anlaşılmış kurallara göre yapılan, uygulamaya konulan, geçmişe yönelik olmayan kanunlar tarafından yönetilmesidir. Liberteryenler için bir diğer önemli husus pozitif hukukun alanıyla ilgilidir.

Özgürlüğün doğal bir hak olup olmadığına ve daha iyi hangi toplumsal ve siyasal yapılanmada korunacağına yönelik cevaplara bakıldığında da liberteryenizmde farklı eğilimlerin olduğu görülmektedir. Örneğin, Mises, özgürlüğün insanlar arası ilişki içinde değerlendirildiğinde bir anlam ifade edeceğini, insanın toplumsal ilişkiler kurulmadan önce özgürlüğe sahip olduğu varsayımının makul olmadığını söyler. Yani, Mises’e göre, toplumsal sistem çerçevesinde özgürlüğe bir anlam yüklenebilir. Özgürlük, eylemde bulunan bireyin eyleminin alternatif yöntemler arasında tercih imkânının olmasını ifade eder. Kişinin amaçlarını gerçekleştirmede kullanılacak araçları seçme hakkına sahip ise, özgür olduğu kabul edilebilir. Kişinin, su içmek veya potasyum siyanür içmek arasında tercih yapma gücü doğa tarafından sınırlandığı için, özgür olmadığını söylemek mümkün değildir. Özgürlük, bireyin seçme imkânının devlet zoruyla sınırlanmadığı durumdur.

Liberteryenler için asıl politik mesele birey ile devlet arasındaki ilişkilerdir. Bireylerin hakları nelerdir? Bu hakları en iyi nasıl bir devlet korur? Devletin gücünün sınırı ne olmalıdır? Bu gibi sorulara liberteryenler temel değer olarak kabul ettikleri özgürlük çerçevesinde cevap üretir ve özgürlüğü koruyacak siyasal sistemi savunur. Örneğin demokrasinin özgürlüklerin korunmasında elzem bir yönetim biçimi olduğu düşüncesi mutlak doğru olarak kabul edilmez.

Özgürlüklere yönelik en büyük tehlikenin devletten geldiğini kabul eden liberteryenler için en temel problemlerden birisi devletin alanının ne olması gerektiğidir. Devletin gerekli olup olmadığına veya sınırlarının ne olması gerektiğine dair, liberteryen teoride iki gruptan bahsedilebilir. İlk grupta sınırlı devlet taraftarları, yani devletin sadece kişilerin haklarını korumaya ve güvenliklerini sağlamakla yükümlü olduğunu düşünen minarşitler yer alır. Örneğin, Nozick devletin, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde tek güç kullanma tekeline sahip otorite olarak bireylerin haklarını korumakla görevli olduğunu ifade eder. Sınırlar dâhilinde koruma işi polis, sınırlarda koruma işi askeriye ve uyuşmazlıkların çözümü mahkemeler aracılığıyla yerine getirilir. Kamu hizmetinde devletin gerekliliğini savunan liberteryenler, devletin hukukun tek kaynağı olduğu ve doğal hukuk ve ortak kabuller tarafından devletin sınırlandırılamayacağı düşüncesini reddederler. Özellikle evrimci gelenekten gelen liberteryenler, göreli bilgisizlik, bilgi yetersizliği, bireylerin genel bir eğilimi olan şimdiyi kazanma güdüsü, davranışları yönlendirmede bazı kuralların gerekliliği, hakların korunması ve değişimi kolaylaştırma gibi kesin evrensel koşulların ve özelliklerin var olduğunu öne sürerler. Mises’in de belirttiği gibi, minimal devlet anlayışını savunan liberteryenler hukuki düzen ihtiyacına itiraz etmez, anarşistlerin öngördüğü gibi devleti kötülük veya katlanılması zorunlu bela olarak değerlendirmez.

İkinci grupta yer alan, Anarko kapitalistler ise, devletin gerekliliğini kabul etmekte ve meşrulaştırmakta minarşistler kadar istekli değildir. Devlet kurumlarının şiddeti bünyesinde barındırdığını, bütün devlet faaliyetlerinin özel- kâr amaçlı firmalar veya gönüllü kuruluşlar tarafından yapılabileceğine inanırlar. Bu gruptaki liberteryenler devlete yönelik görüşlerini üç argümanla şekillendirirler. İlki, “rıza argümanı”, yani bir birliğin içindeki her bir bireyin açık ve gönüllü rızası ile oluşması gerektiği, gönüllülüğün alternatifinin zorlayıcılık olduğu fikrinden yola çıkarlar. Kişi, kiliseye, kulübe, derneğe gönüllü olarak katılıp, gönüllü bir şekilde bu birliğin bir parçası olurken; doğduğu toplumu seçememekte, devlet ve hukuk sistemini hazır bir şekilde bulmaktadır. Bu kabul devletin bazı kuralları uygularken baskı yoluna başvurmasını veya toplumsal yaşamı düzenlemesinin herhangi bir hukuki dayanağını zayıflatmaktadır. Ayrıca, ekonomik aktivitelerin bireylerin rızasına dayalı piyasa sürecinde gerçekleşebileceğini kabul ediyorsak, polis koruması ve mahkemelerin de rızaya dayalı sözleşmelerle işleyebileceğini kabul edebiliriz. İkincisi, “haklar argümanı” ise, bireylerin yaşama hakkının kabul edilmesinin, onların aynı zamanda karşılaştıkları tehdide karşı devrolunmaz kendini savunma hakkını kabul etmeyi gerektirdiği düşüncesine dayanır. Bu görüşe göre, kişinin kendini savunmak için başka bir kişiyi kiralama hakkı ile kişinin kendini savunma hakkı çok ciddi farklılıklar içermez. Son olarak, “pragmatik argüman” ise, haklar kavramını daha güçlü vurgulayan ve devletsiz yaklaşımı daha çok benimseyen liberteryen yaklaşımdır. Liberal toplumun devletsiz de idare edilebileceğini, bu sistemin daha iyi çalışacağını, daha etkili olacağını ve devlete sahip toplumdan daha az yozlaşacağını kabul eder.

Liberteryen düşünürlerin bir özelliği, ekonomik ve sosyal süreçte dağıtım ve üretim kavramlarına yönelik ayrıntılı açıklama yapmaya yönelmeleridir. Liberteryen teorisyenler, kollektif düşünceyi paylaşan liberaller veya muhafazakârlardan farklı olarak, kendiliğinden gelişen bir düzenin, rasyonel bir plandan daha etkin olduğunu kabul ederler ve refah devletini gerçekleştirmek amacıyla yapılan dağıtım kavramını reddederler. Çünkü liberteryenler gelir dağıtımının eşit bir şekilde yapılamayacağı ve yolsuzluk gibi sorunlarla en temel ahlaki ilkelerden uzaklaşılabileceğinden çekinirler.

Liberteryenlerin bu çekincelerinin temelinde “kutsal” saydıkları mülkiyetin olumsuz etkileneceğine dair düşünceleri vardır. Liberteryenler mülkiyet kavramını sadece gayrimenkulleri, taşınmaz malları değil; kıyafet, araba, ziynet eşyası, kitap, makale, bedensel bütünlüğümüzü içeren, kendimize ait olduğunu söylediğimiz her nesneyi içerecek şekilde kullanırlar. Özel mülkiyet haklarının tanınmasını ve korunmasını kolaylaştıracak yapının ise piyasa olduğunu kabul ederler. Liberteryenler, bireylerin seçimleri doğrultusunda yaşamlarını tanzim etmesi, diğer kişilerin veya devletin müdahalelerinden bağımsız olması, toplumun hükümetlerin veya diğer devlet birliklerinin plan ve dizaynlarından bağımsız olmasını kabul ettikleri için, piyasa, üretim ve dağıtımı devletten daha iyi gerçekleştirecektir. Ekonomik özgürlük, diğer özgürlükleri geliştireceği, devletin gücünü kısıtlayacağı ve kendiliğinden doğan bir düzenin işleyişini mümkün kılacağı için önemlidir. Piyasa değerleri, örneğin fiyatların serbestçe belirlenimi, gönüllü değişimi kolaylaştıracaktır.

Liberteryenlerin kabul ettiği bir diğer ilke olan barışın tesisi, piyasa sürecinin hâkim olduğu ve kendiliğinden gelişen bir süreçte daha kolay mümkün olabilecektir. Liberteryenler, barışı, tek başına bir amaç olmaktan çok, bireylerin kendi yaşamlarını yönlendirmesini mümkün kıldığı için önemli bulurlar. Barış düşüncesinin gücü, milletlerarası savaş olmaması ve insanlığın kazanımı olan maddi, kültürel ve manevi faydaların muhafaza edilmesinde ortaya çıkar. Liberteryenler, savaşın, ölüm ve yıkım getireceğini, ekonomik ve sosyal yaşamın bozulmasına neden olacağını ve hâkim sınıfın eline daha fazla güç vereceğini düşünürler ve karşı çıkarlar.

Liberteryenlerin savaşa karşı çıkmalarındaki bir diğer neden, savaşın, devletlerin bireyler üzerinde tahakkümlerini arttırma yönünde bir araç olduğunu düşünmeleridir. Örneğin Rothbard, devletin savaşa girmesinde önemli bir argüman olan “tebaanın savunulması”nı bir mit olarak değerlendirir. Çünkü savaşta devlet varlığını devam ettirebileceği gibi yok da olabilir. Ayrıca, Rothbard, savaşın, devletin “gıdası” olduğunu; devletlerin toplum üzerindeki güçlerinin savaş aracılığıyla, büyük bir ivme kazanacağını ve yoğunlaşacağını söyler. Savaşla birlikte devlet, himayesi altındaki halkın tüm enerji ve kaynaklarını seferber etme hakkını elde edecek, kudretini arttıracak, nicel olarak büyüyecek, ekonomi ve toplum üzerinde tam bir hâkimiyet sağlayacaktır. Aynı zamanda savaş dönemlerinde toplumda var olan muhalefetin de sindirilmesinin yolu açılacaktır.

Liberteryenler savaşı sadece kişisel değerlere saldırı gerçekleştiğinde kabul edilebilir bulurlar. Saldırmazlık teorisine uygun olarak, Rothbard, “savaşın ancak cebir kullanımı ihtimamlı bir surette suçlu bireylerle sınırlandırıldığında” haklı kabul edilebileceğini söyler. Yani bir kişinin kişilik ve mülkiyet haklarını savunmasında suçlulara karşı cebir kullanması meşru olmakla birlikte, diğer masum kişilere karşı hak ihlali içeren eylemlerde bulunulması kabul edilemez.

Savaşsız bir uluslararası düzenin gerçekleşmesinin güç olduğunu fark eden liberteryenler, savaşı önlemeye yönelik farklı görüşler geliştirmiştir. Bu konuda özellikle ticaretin geliştirilmesi ve ulusların askeri güçlerinin sınırlandırılması üzerinde durmuşlardır.

Mises’e göre, uluslararası ticaretin gelişimi barışın tesisini kolaylaştıran ve güçlendiren bir özelliğe sahiptir. 19. yüzyılın başlarına kadar dünya, büyük ölçekli ve kendi kendine yetebilen birkaç ticari bölgeden oluşuyordu. Uluslararası ekonomik ilişkilerinin bağımlılık şeklinde gelişmesi, 19. yüzyıldaki liberalizm ve kapitalizmin sonuçlarıdır. Ancak barışın tesisinde liberal fikirler ve programlar, sosyalizm, ulusçuluk, korumacılık, emperyalizm, militarizm gibi akımların görüşleri ve etkisi tarafından örtbas edilmiştir. Bu dönemde Kant, Von Humboldt, Bentham ve Cobden gibi isimler barışın tesisine yönelik fikirler geliştirilmiş olsa da, onların bu konuda çabaları yeterince etkili olamamıştır.

Barışın tesisinde silahsızlanma, özellikle nükleer silahların tasfiyesi ve zorunlu askerlik müessesesinin kaldırılması liberteryenlerin başvurduğu önemli argümanlardandır. Rothbard, ateşlenebilen tüm silahların tasfiye edilmesi gerektiğini ve devletin savaşı büyütme araçlarından biri olarak kabul ettiği zorunlu askerliğin despotik bir yöntem olduğu için kaldırılması gerektiğini söyler. Zorunlu askerlik konusunda Rothbard’la benzer görüşler öne süren Rand da, Amerika’nın, Kore veya Vietnam gibi yerlere çok kolay savaş açmasında zorunlu askerlik müessesinin önemli olduğunu düşünür. Rand’ın anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü ve gönüllü olmayan kölelik olarak tanımladığı ve karma ekonomide bireysel hakların ihlallerinin en kötüsü olarak değerlendirdiği zorunlu askerlik ile, temel insan hakkı olan yaşama hakkı ortadan kalkmaktadır. Zorunlu askerlikle bireyin hayatının devlete ait olduğu ve devletin bireyden hayatını savaş alanında feda etmeyi isteyebileceği kabul edilmektedir. Eğer devlet, kişiye, ne onayladığı ne de anladığı bir sebepten dolayı ilan edilen bir savaşta bir insanın ölmesine, ciddi şekilde sakatlanmasına veya kötürüm kalmasına yol açabilecek eylemlere zorluyorsa prensipte devlet, bireyin tüm haklarını ortadan kaldırmıştır. Böylesi bir durumda devletin kişinin koruyucusu olduğunu kabul etmek zordur. Rand da, zorunlu askerliği makul göstermede kullanılan argümanlardan biri olan, her hakkkın bazı yükümlülükleri gerektirdiği düşüncesini, kime karşı yükümlülüğümüz vardır? Veya bireylere yönelik kim tarafından mecbur kılınacak ne çeşit yükümlülükler olabilir gibi çeşitli sorular sormayı davet eder. Rand’a göre, aslında bu anlayış, hakların devlet tarafından bahşedilen değerler olarak görülmesinin kanıtıdır.

Eğer bir devlet savaşa taraftar olmuşsa bu durumda nasıl bir strateji belirlenebilir? Rothbard, bu konuda her liberteryenin kesinlikle savaşa karşı bir duruş sergilemesi gerektiği, taraftar olan veya savaş açan devletin kınanması gerektiğini ve savaşın kapsamını azaltmak için de devletlere baskı uygulanması gerektiğini söyler. Ayrıca burada sivilleri korumak için de savaş yasaları, tarafsızlık yasaları ve tarafsızların haklarının korunması ilkelerinin önemine değinir.

Savaşı önlemeye yönelik bu kuralları/ ilkeleri kim veya hangi kuruluşlar uygulayacaktır? Uluslararası barışı korumaya yönelik oluşturulan anlaşmalar veya Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler veya Avrupa Birliği gibi kuruluşlara liberteryenlerin bakışı nedir? Bu sorulara net cevap üretmek oldukça zor görünmektedir. Ancak rahatlıkla söylenebilecek şey barışı korumak için gerekli olan ekonomik, kültürel ve manevi bağları oluşturan kaynağın devletler değil, bireyler olduğudur. Uluslar üstü oluşumların sağlayacağı fayda, onları oluşturan devletlerle sınırlı olacak, hatta diktatörlükle yönetilen ülkelerde gerçekleşen olaylar bu kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilecek barışın tesisini zorlaştıracaktır.

Barışın tesisini sadece uluslarüstü kuruluşlara bağlamanın ötesinde devletlerarası ilişkilerde başka bir yöntem de benimsenebilir. Hayek’in işaret ettiği gibi, tarihsel gelişime bakıldığında ilkel toplumlardan açık topluma ilerlemede ilk adım, kendi toplumları içindeki olumsuzlukları gidermek için yine başka toplumların geliştirmiş olduğu çözümlere başvurmak olmuştur. Karşılıklı olarak meydana gelen ancak ortak bir amacın ürünü olmayan bu çabalar, bazı temel davranış kurallarının gelişimine imkân tanımıştır. Bu davranış kurallarının farklı topluluklara uygulanması evrensel barışçıl bir dünyanın düzenini mümkün kılan süreç olarak değerlendirme imkânı verebilir. Bu kuralların asıl önemi, çok sayıda insanın bir arada yaşamasına imkân vermesi ve ekonomik refahını arttırmasıdır. Hayek, bizim yapmadığımız ve tam olarak işlevlerini çözümleyemeyeceğimiz ekonomik, yasal ve ahlaki kurumlar ve geleneklerin yaşamı kolaylaştırıcı ve geliştirici yönünü vurgular. Tedricen gelişen kurallar ticareti ve işbölümünü geliştirmiş, üretkenliği arttırmıştır. Hayek’in düşüncelerinde kendiliğinden gelişen düzen ve kurallara uymanın gerek toplum içerisinde gerekse diğer toplumlarla barışçıl ilişkilerin kurulmasını kolaylaştırması beklenmektedir. 

Kitabı satın almak için;

Liberteryenizm

Kapat