Orwell’in Hayvan Çiftliği Üzerine
Yazan: Sadi Yumuşak
George Orwell’in —kendisine dünya çapında büyük ün kazandıran— Hayvan Çiftliği ve 1984 adlı eserlerini hayatımın çok geç bir aşamasında, politik mülteci olarak Londra’da yaşadığım 1980’li yıllarda okumuştum. Geçtiğimiz günlerde Liberte Yayın Grubu tarafından Atilla Yayla’nın harikulade çevirisiyle yayınlanan Hayvan Çiftliği’ni şimdi bir kez daha okuyunca eski bir sosyalist ve komünist olarak bu kitapla ilgili düşüncelerimi ve yaşanan onca şeyden sonra bana düşündürdüklerini yazma ihtiyacı duydum.
Kitapta ele alınan konu aslında bu kısa, fabl tarzında yazılmış siyasi hiciv romanının sınırları içine sığdırılması pek mümkün olmayan büyüklükte olduğu gibi, kitabın kaçınılmaz olarak Orwell’in o tarihlerdeki ideolojik-politik düşüncelerinin bazı zaaflarından malûl olduğunu da söylemek gerek. Burada haddim olmayan edebi açıdan bir eleştiri yapmaya değil, kitabın bu tür ideolojik-politik yanlarını ele almaya çalışacağım. Bu ise artık SSCB’nin tarihte kaldığı günümüzde bu konuyla ilgili, kitabın içeriğini aşan bazı notlar düşmeyi de kaçınılmaz kılıyor.
Öncelikle, bu eserin totalitarizme karşı şimdiye dek ortaya konmuş en güçlü edebi eleştirilerden biri olarak kazandığı ünü ve her türlü övgü ve saygıyı hak ettiği kanaatinde olduğumu belirtmek isterim. Üstelik Orwell’in totalitarizme karşı yürüttüğü cesur mücadeleyi kendisini İşçi Partisi’nin sol kanadına ait hisseden bir “demokratik sosyalist” olarak tanımlarken(1) yapması özellikle takdire şayandır. Orwell’in öne çıkan özellikleri, son derece güçlü bir özgürlük tutkusu, her zaman bağımsız ve eleştirel düşünmeye, entelektüel tutarlılık ve dürüstlüğe önem vermek0 ve her türlü adaletsizliğe karşı çıkmak olarak sıralanabilir. Bu özelliklerden sonuncusu 1930’lu yıllarda onun sosyalist düşünceleri benimsemesine yol açarken, diğer özellikleri (ve çevresinde gördüğü sosyalist pratikler) ise onu aynı derecede, hatta belki daha da güçlü şekilde liberal düşüncelere yöneltmiştir. İşte ancak bu sayededir ki kendisine dünya çapında ün kazandıran eserleri üretebilmiştir. Orwell, yoksulluğun özgürlüğü de yok etmeden ortadan kaldırılmasını düşler. Bu toplumsal dönüşümün nasıl yapılmayacağını, nasıl yapılmaması gerektiğini de çok iyi bilmektedir. İşte bu yüzden her şeyden önce totalitarizme karşı var gücüyle karşı çıkıp kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlamayı tercih etmiştir. Fakat öte yandan, bunun nasıl yapılacağını ise pek bilemeyen bir “ütopik sosyalist” olarak da tanımlanabilir. Nitekim, liberal demokrasi ile sosyalist ekonominin nasıl bir araya getirileceğinin bilinememesini “iç karartıcı” bulmuş fakat “ancak politika alanında doğru ve yanlış kavramı yeniden tesis edildiği takdirde gerçekleşebilir” demekten başka pek bir şey önerememiştir.(2) Orwell, kendisinin düşlediği gibi, ekonomik hayatta özel mülkiyete son verilip her şeyin devletleştirildiği, serbest girişimcilik ve rekabetin yerini ise planlı ekonominin aldığı bir “demokratik sosyalist” sistemin Hayvan Çiftliği’ne benzememesinin nasıl sağlanabileceğini gösterebilmiş değildir. Dolayısıyla, Orwell’in liberal düşüncelerinin kitaba bugün sahip olduğu uluslararası ünü kazandırırken, “ütopik sosyalist” düşüncelerinin ise gölgede kalmış bazı zaaflara yol açtığını söylemek mümkündür. Fakat buna geçmeden önce yanlış anlamalara ve yanlış yorumlara yol açabilecek bir-iki hususa değinmek istiyorum.
Birinci olarak, Orwell’in daha sonra kendisinin de açıklık getirme ihtiyacı duyduğu bir nokta, kitabın sonunda domuzlar (iktidardaki komünist parti) ile insanlar (komşu ülkelerde iktidarda olan burjuva sınıfı) arasında tam bir uzlaşma, uyum ve hatta benzeşme olduğu izlenimi bırakan dramatik sahnedir. Apaçık ki bu, gerçeklerden uzak olduğu gibi haksızlık da olup Orwell’in çok önem verdiği entelektüel dürüstlük ile bağdaşmaz.(3) Nitekim bu yüzden kendisi şöyle yazma ihtiyacı duymuştur:
Bazı okurlar kitabı bitirdiklerinde domuzlar ile insanlar arasında tam bir uzlaşma sağlandığı izlenimine kapılabilirler. Benim niyetim bu değildi; tersine, büyük bir uyumsuzluk olduğuna işaret ederek bitirmek istemiştim çünkü onu herkesin SSCB ile Batı arasında mümkün olabilecek en iyi ilişkilerin kurulduğunu düşündüğü Tahran Konferansı’nın hemen sonrasında yazmıştım. Ben şahsen bu iyi ilişkilerin uzun süreceğine inanmıyordum; ve, olayların gösterdiği üzere, çok yanlış çıkmadım.(4)
Edebiyat sınırları içinde sorun oluşturmayacak bu ve benzeri hususlar, Sovyet Birliği’nde (ve daha sonra birçok başka ülkede daha) kurulan sosyalizmin özgürlüklerin ve demokrasinin ortadan kaldırıldığı bir totaliter sistem olarak eleştirilip bunun alternatifi olarak gerçekten “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” ideallerine bağlı bir “demokratik sosyalizm” savunusunun yapıldığı bir siyasi tartışma ortamına geçildiğinde göz ardı edilemez.
İkinci olarak, bu kitabı bitirdiklerinde bazı okurların Stalin (Napolyon) yerine Troçki (Snowball) başa geçseydi çok farklı bir sonuç olabileceği izlenimine kapılabileceklerini fakat bunun çok yanlış olacağını da önemle belirtmek gerek. Orwell’in çağdaşı bazı Batılı aydınlar gibi “Gürcü köylüsü, kaba saba bir adam” ve pragmatik bir politikacı olan Stalin’i yerin dibine batırıp “parlak zekalı, belagati kuvvetli bir teorisyen ve Yahudi entelektüeli” Troçki’yi göklere çıkarmaktan uzak biridir. Çünkü o, SSCB’de totalitarizmin hakim olmasının şu ya da bu Bolşevik liderin kişisel özelliklerinden değil (ki gerek Lenin’in gerekse Troçki’nin Stalin ile ortak paydalarından birinin gerektiğinde “devrimci terör” estirmekten geri durmamak olduğu görülmüştür), başka bazı faktörlerin yanı sıra, Bolşeviklerin iktidara gelme ve iktidarda kalma şeklinin demokrasinin ve özgürlüklerin yok edilmesine dayandığının farkındadır. Nitekim İspanya İç Savaşı’na zaten anti-Stalinist eğilimli bir sosyalist olarak katılıp bir de orada tesadüfen Troçkistlerin arasına düşerek bu eğilimi iyice kuvvetlenen Orwell bu konuda şöyle demiştir:
Şahsen ben tüm kötülüklerin tohumlarının baştan beri mevcut olduğunu ve Lenin ya da Troçki başta kalsaydı da işlerin esaslı bir biçimde farklı olmayacağını kabul etmek gerektiğine inanıyorum.(5)
O yıllarda Orwell muhtemelen pragmatist Stalin’e göre teorisyen Troçki’yi sosyalist ideolojiye daha sadık buluyordu. Hatta devrim ve demokrasi konularında Troçki’den oldukça farklı görüşlere sahip olmakla birlikte kendisi de 2. Dünya Savaşı öncesinde Komintern’in Nazizme ve Faşizme karşı geniş cephe politikalarını Troçkistlere oldukça benzer bir şekilde eleştirip adeta “sınıfa karşı sınıf” politikalarını savunmuştu. Troçkistlerin ve anarşistlerin 1936’da İspanya’daki seçimleri kazanarak başa geçen Halk Cephesi hükümeti içindeki “burjuva partiler” ile işbirliğini ve hükümetin sahip olduğu geniş halk desteğini sabote eden kimi aşırılıkçı, “anti-kapitalist” faaliyetlerinin olumsuz rolüne pek değinmeden sadece bunlara karşı alınan ve o dönemde Sovyetler Birliği’nde ve Komintern’de hakim olan Stalinizm nedeniyle başka türlüsü mümkün olmayan gaddarlıkları ve terörü mahkum etmeye odaklanmasına rağmen, 1942’de şöyle diyordu:
Devrim sabote edilmeseydi savaş kazanılabilirdi diyen Troçkist tez muhtemelen doğru değildi. Fabrikaları millileştirmek, kiliseleri yıkmak ve devrimci manifestolar çıkarmak, orduların daha etkili olmasını sağlamayacaktı. Faşistler daha güçlü oldukları için kazandılar; onların modern silahları vardı, diğerlerinin yoktu. Hiçbir politik strateji bunu değiştiremezdi.(6)
Burada maalesef iç savaşı Franco’nun kazanmasında Troçkist ve anarşist grupların aşırılıkçı uygulamaları sonucu Halk Cephesi hükümetinin giderek halk desteğini (özellikle kırsal kesimde) kaybetmesinin belirleyici olduğu görülemeyip bunun yerine askeri donanıma belirleyici rol atfediliyor. Oysa bu doğru olsaydı, örneğin, Vietnam’da savaşı kaybeden ABD olmazdı. Orwell’in hesaba katmadığı bir de şu ki, 1936’da İspanya’da sosyalist devrim mi, yoksa demokratik halk devrimi mi olacak sorusundan çok daha büyük ve çok daha önemli bir uluslararası sorun vardı. İspanya Komünist Partisi ile diğer (Anarşistler, Troçkistler vb.) devrimci sosyalist parti ve grupların güçlerini birleştirip hep birlikte sosyalist devrim yapmaları belki mümkündü. Halk Cephesi içinde yer alan Cumhuriyetçiler gibi “burjuva partileri” tasfiye edip kapitalizme topyekun son vermeye yönelmeleri en azından teorik olarak bir seçenekti. Fakat Komintern’in 1935’te yapılan 7. Kongresinde faşizme karşı burjuva-demokrat ve liberal kesimlerin de dahil olduğu birleşik cephe oluşturulmasının acil ihtiyaç olduğu yönündeki karar alınmıştı. Fransa gibi, İspanya gibi ülkelerde ancak bu yeni politika sayesinde başarılı Halk Cephesi koalisyonları oluşturulabilmişti. İspanya Komünist Partisi’nin hükümet ortağı olduğu ilk fırsatta bu politikayı bırakıp sosyalist devrime yönelmesi, Komintern kararına aykırılığı ve başarı şansı bir yana, siyasi etik ve demokrasi açısından da çok yanlış olacaktı. Dahası, gerek diğer ülkelerde (örneğin komşu Fransa’da) gerekse uluslararası düzeyde komünistlerin faşizme karşı bu yöndeki yürüttükleri tüm çabalar sabote edilmiş olacaktı. İşte Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabının en zayıf yanlarından biri budur: özgürlüklerin ve demokrasinin ortadan kaldırılıp totaliter bir baskı ve terör rejimi kurulmasının eleştirisi ile yetinilmeyip, iktidarda olsun ya da olmasın, komünist partilerin gerektiğinde (faşizme karşı demokrasiyi korumak için, savaşa karşı dünya barışını savunmak için vb.) kapitalistlerle işbirliği ve uzlaşma yönündeki kimi adımlarının da hedef tahtasına konmasıdır.
Bu cümleden olarak Orwell ülke (çiftlik) ismi, bayrak, marş ve kilise konularındaki politika değişimlerini de eleştiri konusu yapmaktadır. Burada Orwell’in parlak zekasını ve öngörüsünü de teslim etmek gerekiyor elbette. Çünkü bu kitap yayınlandığında bunlardan sadece ulusal marş ve kiliseye yönelik tutumda değişiklik olmuştu. SSCB bayrağı (orak-çekiçli kızıl bayrak) da, ismi de hiç değişmedi. Ancak 1945 sonrasında Doğu Avrupa’da ve diğer ülkelerde yeni sosyalist rejimler kurulurken uluslararası komünist harekette giderek ulusal bayrak, marş, ülke ismi vb. şeylerin olabildiğince muhafaza edilmesinden yana eğilim yavaş yavaş tercih edilmeye başladı. Tüm bunlar ise sosyalizmin geniş halk kesimleri içerisinde “yabancı” bir unsur olarak görülmeyip ulusal kimliklere, inançlara vb. saygılı bir sistem olarak algılanması ve, daha önemlisi, sadece “algı yaratmak” adına değil, eskisine göre daha doğru bir uygulamaya geçilmesi adına yapıldı. Örneğin, Enternasyonal marşının aynı zamanda SSCB’nin ulusal marşı olması diğer ülkelerdeki komünistleri—kendi ülkelerinin yerine başka bir ülkenin ulusal marşını söylemeyi tercih ediyorlar gibi—istenmeyen bir konuma düşürüyordu. Bunun baştan böyle düşünülmemesinin nedeni ise o malum, ha bugün, ha yarın olacak, diye düşünülen “dünya devrimi” beklentisiydi. Aslında, tutarlı olmak açısından, SSCB bayrağının da değişmesi belki daha uygun olacaktı. Enternasyonal marşının ve orak-çekiçli kızıl bayrağın şu veya bu devletin değil, sadece—iktidarda olsun ya da olmasın—tüm komünist partilerin ortak marşı ve bayrağı olarak kullanılması, öte yandan, parti-devlet ilişkilerinin ayrılması gibi daha demokratik bir konuma geçilmesine yardımcı olabilirdi. Dolayısıyla, kitapta bunun gibi değişimlerin de eleştiri konusu olması doğru olmamıştır.
Roman karakterlerinden Major’ın öncelikle Marx’ı fakat (mozolesi ve halefleri ile) aynı zamanda bir parça Lenin’i de temsil etmesine benzer şekilde, çiftliğin son derece sadık ve çalışkan atı Boxer’ın Aleksey Stakhanov'u temsil ettiği iddia edilebilirse de, ben kitabı okurken bu karakteri aynı zamanda Bolşeviklerin en güçlü sosyal desteğini oluşturan Rusya işçi sınıfı olarak da düşündüm. Öte yandan, onun acı sonuna baktığımda aklıma gelen şey ise, 1943’te Stalin’in emriyle feshedilen Komünist Enternasyonal oldu. Eski bir komünist olarak hâlâ yeri geldiğinde (burada olduğu gibi, haksız eleştirilere karşı) 1935’teki 7. Kongre kararlarını savunmaktan kendimi alıkoyamasam da, Komintern’in ölümüne hiç mi hiç üzülmüyorum. Dünyadaki bütün komünist partilerin Moskova’daki bir Yürütme Komitesi’nin emirlerine tabi olup böyle bir merkezi teşkilatın şubeleri şeklinde faaliyet göstermeleri baştan itibaren çok büyük bir yanlıştı. Dolayısıyla Stalin’in fesih kararı, uluslararası anti-faşist koalisyon ve bunun ülkelerdeki izdüşümleri açısından gerek duyulan bir taktikten ibaret olsa bile, yanlış değildi. Nitekim aynı merkeziyetçi uluslararası yapı fiilen ve zamanla değişen şekillerde SSCB’nin çöküşüne kadar Moskova tarafından elden geldiğince hep sürdürülmeye çalışıldı. Fakat buna rağmen Komintern’in feshinden itibaren tek tek ülkelerdeki komünist partiler ve komünistler adım adım biraz daha özerklik ve özgürlük sahibi olabildiler. Örneğin, günümüzde artık Demokratik Parti içerisinde eriyip sönümlenmiş olan İtalyan Komünist Partisi’nin başı çektiği Avrokomünizm biraz da bu sayede gelişebildi. Bu yüzden, ve Komintern’in feshi anlamında, (“Yoldaş Napolyon daima haklıdır” diyen) Boxer’ın ölmesini de aslında olumsuz değil, ancak olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir.
Son olarak, en önemli konuya, eşitlik konusuna gelince, Hayvan Çiftliği’nde SSCB ve Sovyet sosyalizminin bu bakımdan eleştirisini daha ayrıntılı olarak ele almak gerekiyor. Burada da kitabın adeta alameti farikası haline gelmiş “bütün hayvanlar eşittir fakat bazı hayvanlar daha eşittir” sözündeki edebi yaratıcılık ve siyasi hiciv becerisine şapka çıkararak işe başlayalım. Fransız devriminin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganının kapitalist sınıf tarafından içinin boşaltıldığını, sadece hukuki ve siyasi eşitlik ile sınırlı tutulduğu için aslında bir aldatmacadan ibaret olduğunu söyleyip ancak kendilerinin sosyalist devrim yaparak bu idealleri gerçekten hayata geçireceklerini iddia eden komünistlerin iktidarı altında bütün bu sözlerin maalesef koca bir yalan haline geldiğini Orwell ustalıkla hicvediyor.
Fakat bu eleştiriyi esas olarak siyasal eşitsizlik, güç ve yetki sahibi olmada eşitsizlik olarak düşünmek doğru olacaktır. Bunun yerine, biraz Orwell’in aklının bir köşesinde bulunduğu gibi, genel olarak (ve özellikle sosyo-ekonomik açıdan da) “eğer eşitlik adına yola çıkılıp yeni eşitsizliklere yol açılmasaydı, bunun yerine tam anlamıyla ve tutarlı bir eşitlikçi politika izlenseydi, belki sonuç çok farklı olabilirdi” sonucuna varılması ise çok yanlış olacaktır.
Sovyetler Birliği’nde ve diğer ülkelerde uygulanan (reel) sosyalizmin partililer ile partisiz halk arasında olduğu gibi, partililer arasında da (özellikle altı-yedi kişilik Politbüro üyeleri ile derece derece tüm diğer parti üyeleri ve hele sıradan vatandaşlar arasında) büyük eşitsizliklere yol açtığı malum. Fakat bu öncelikle iktidar/güç ve yetki sahibi olmak bakımından böyleydi. Gerçekten de, güçler ayrılığı gibi, bağımsız ve tarafsız yargı gibi şeylerin hayal bile edilemeyeceği, komünist partinin başına geçen bir kişinin çoğunlukla aynı zamanda hem devlet başkanı, hem hükümet başkanı, hem de genelkurmay başkanı olduğu ya da böyle olmasa bile tüm diğerlerinin mutlak bir şekilde ona tabi olduğu bu sosyalist ülkelerde komünist parti lideri ile sıradan vatandaş arasındaki eşitsizliğin (Stalin ve Mao gibi, Kuzey Kore ve Kamboçya’da olduğu gibi örneklerden iyi bildiğimiz üzere) mutlak monarşi ya da Hitler ve Mussolini rejimlerinden pek farkı yoktu. Fakat, öte yandan, yöneticiler ile yönetilenler arasında ekonomik bakımlardan pek fazla eşitsizlik olduğunu söylemek ise zordu. Herkesten daha iyi konutlar, şoförlü makam otomobilleri, özel mağazalar ve dolarla alışveriş gibi ayrıcalık ve eşitsizlikleri, örneğin, Trump gibilerin ya da—onun gibi sevimsiz bir örnek olmayıp bilakis tüm dünya vatandaşlarının bilgisayar ve internet erişimine sahip olmasına büyük katkısı olmuş ve büyük çaplı hayırsever faaliyetlerde bulunan bir iş insanı olan—Bill Gates gibi kişiler ile diğer vatandaşlar arasındaki eşitsizliklerle kıyaslamak bile mümkün değildir.
Aslında, en azından Hayvan Çiftliği’nde söz konusu olan Marksist sosyalizm, birçok kişi tarafından sanılanın aksine, asla eşitlikçi bir ideoloji değildir. Sınıfların, devletin vs. sönümlendiği, “yeryüzü cenneti” konumundaki sınıfsız toplum (komünizm) aşaması için öngörülen ilke bile eşitlikçi değildir: “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar.”(7) Sınıfların varlığının sürdüğü, burjuva sınıfı yerine işçi sınıfının egemen olduğu sosyalizm aşaması için öngörülen ilke ise hiç eşitlikçi değildir: “herkesten yeteneğine göre, herkese emeği kadar.”(8) Dolayısıyla, Marksizmin bu konuda savunduğu tek eşitlik “eşit işe eşit ücret” olarak ifade edilmiştir. Fakat buna rağmen Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde her bireyin ekonomiye katkısı (emeği) objektif kriterlere göre ölçülmeyip bir hayli eşitlikçi ve keyfi bir şekilde alınan idari kararlarla belirleniyordu. Bunun sonucunda, örneğin bir fabrikada mühendisler ile işçiler, çok çalışan ve üretken personel ile işten kaytaranlar arasında gereken ölçüde eşitsizlik olmayınca, sonuçta insanlar çoğunlukla “onlar bize ücret öder gibi yapıyorlar, biz de çalışır gibi yapıyoruz” anlayışına meylediyorlar, eşitlikçilik eğiliminin bu kadarı bile ekonomik durgunluğa yol açan faktörlerden biri oluyordu.
Eşitlikçiliğin daha katı ve adeta şirazesinden çıkarılmış halde uygulandığı Mao yönetimindeki Çin’de, ve Pol Pot yönetimindeki Kamboçya’da ise sonuçlar kat kat daha kötü ve korkunç olmuştur. Sovyetler’e göre daha fazla, Maoist Çin’e göre ise daha ılımlı eşitlikçi politikaların uygulandığı bir ülke Küba’dır. Fidel Castro—herhalde kendisi Marksizmi sonradan üstünkörü öğrendiği için—“herkesten yeteneğine göre, herkese emeği kadar” ilkesine, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerde adeta amatörce ve çok yetersiz bir şekilde uygulanan haliyle bile, ‘kapitalizmin havuç-sopa politikasına benziyor’ diye burun kıvırmıştır. Popülist bir eşitlikçi ekonomi politikası izlenmesi Küba ekonomisinin çok daha kötü bir duruma düşmesine, devrim öncesinden çok daha geriye gitmesine neden olmuştur. Çin’de Maocu eşitlikçiliğin yarattığı korkunç yıkımdan kurtulup büyük bir kalkınma hamlesinin gerçekleştirilmesi ise, ancak ekonomide özel mülkiyete, serbest girişimciliğe ve rekabete yeniden izin verilip ekonomik sistemi “devlet kapitalizmi”, siyasal sistemi “komünist parti totalitarizmi” olan Frankeştaynvari bir sisteme geçilmesiyle mümkün olabilmiştir.
Tüm bunları göz önünde bulundurmak ve özellikle meselenin sosyo-ekonomik boyutlarına dair Orwell’in o zamanki naif, ütopik sosyalist düşüncelerinin etkilerini bir kenara koymak kaydıyla, Hayvan Çiftliği hâlâ totalitarizmin güçlü bir eleştirisi olarak güncelliğini ve önemini korumaktadır.
Sonnotlar
(1) George Orwell, Why I Write (Neden Yazıyorum), Haziran 1946.
(2) George Orwell, Review: The Road to Serfdom by F.A. Hayek and ‘The Mirror of the Past’ by K. Zilliacus (F.A. Hayek’in ‘Kölelik Yolu’ ve K. Zilliacus’un ‘Geçmişin Aynası’ Kitapları Üzerine), Nisan 1944.
(3) Orwell—bu romanın ana kötü karakteri olan Stalin’e (Napolyon) haksızlık yapmamak adına—Hitler’in (Frederick) orduları Moskova önlerine geldiğinde bile başkenti terk etmediği bilgisini de son anda kitaba ekleme ihtiyacı duymuştur.
(4) George Orwell, Preface to the Ukrainian Edition of Animal Farm (Hayvan Çiftliği’nin Ukraynaca Basımına Önsöz), Mart 1947.
(5) George Orwell, Catastrophic Gradualism (Kötümser İlerlemecilik), Kasım 1945.
(6) George Orwell, Looking Back on the Spanish War (İspanya İç Savaşı’nın Ardından), 1943.
(7) Karl Marx, The Critique of the Gotha Programme (Gotha Programı’nın Eleştirisi), 1875.
(8) Bu, Marx tarafından Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde “üretici kişi toplumdan—kesintiler yapıldıktan sonra—aynen ona verdiğini geri alır” şeklinde ifade edilmiş, sonra ise Marx’ın sonraki aşama için kullandığı ifadeye benzer biçime dönüştürülmüştür.
Bu yazı ilk olarak HürFikirler'de yayınlanmıştır.