Özgür Toplumda Birey ve Cemaat

Bir Arada Yaşamayı Sağlayan Değerler
Ahlâk felsefesinin ele aldığı en temel meselelerinin başında “Ne Yapmalıyım?” sorusu gelmektedir. Farklı ahlâk ekolleri bu soruya farklı yanıtlar vermelerine karşın, yapılması gereken doğru fiilin ne olduğunu daima belirli bir değere isnat ederek açıklamaya çalışmaktadırlar. Kişinin nasıl davranması gerektiği ile insanlar arasındaki ilişkilerin hangi beşerî değerler dikkate alınarak sağlıklı bir şekilde sağlanabileceği sorusu işte bu sebeple liberaller ve komüniteryanlar arasındaki bir diğer tartışma sahasını teşkil etmektedir. Bireyin varoluşsal durumu, hangi ahlâkî ilkeleri benimsediği ve siyasî düzenin aldığı biçim konularında her iki düşüncenin mevzilendikleri yerin farklılığı bu değerlerin neler olacağı hususuna da sirayet etmektedir. Liberal fikriyat, her insanın başlı başına bir amaç olduğu ve toplumdaki farklı iyi anlayışlarının varlığının muhafaza edilmesi gerektiği düsturlarını merkeze almak suretiyle saygı ve hoşgörü değerlerine atıfta bulunmaktadır. İnsanların mutluluğa erişebilmesi için dışarıdan verili bir maksat uğruna yaşamalarını beklemek yerine kendi diledikleri şekilde hayatlarını tanzim edebilmelerine müsaade edecek alanı tahsis etmek için her insanın başlı başına bir amaç olduğu ve bu nedenle ona saygı gösterilmesi gerektiği kabul edilmelidir. Ayrıca beşerî ilişkiler sahasında farklı değer yargılarına ve inançlara sahip kişiler arasında herhangi bir çatışma yaşanmaması için hoşgörünün tesis edilmesi büyük önem taşımaktadır.
Komüniteryan felsefe ise insanlar arasındaki münasebetin saygı ve hoşgörü gibi resmî davranış kurallarına çerçevesinde oluştuğu düşüncesinin beşerî hayatın gerçek manzarasını sunmakta yetersiz olduğunu ifade etmektedir. Hegel’in bireyciliğe karşı bir denge unsuru olarak tasvir ettiği aile nasıl ki sevgi ve dayanışma değerleri etrafında teşekkül etmişse, komüniteryanlar düşünürler de insanların aynı şekilde birbirleri arasında sevgi, dostluk, aşk ve dayanışma gibi duyguları esas belirleyici unsurlar olarak kabul ettiklerini ileri sürmektedirler. Liberal ilkeler toplumdaki bu duyguların tefessüh etmesine neden olduğu için kabul edilmez görülmektedir.
Toplumsal Düzen Açısından Duygusal İlişkilerin Önemi
Liberalizmin bireylerin öncelikle kendi çıkarları üzerine yoğunlaştıklarını ve birlikte yaşadıkları insanların yaşamları ile ilgili hiçbir endişe ve sorumluluk hissi taşımadıklarını vaaz ettiğini ifade ederek, böyle bir toplumun temel dayanışma duygularından yoksun bir insanlar topluluğuna tekabül ettiğini ileri sürülmektedir. Buna mukabil bireyin ahlâkî bir varlık olabilmesi için, herhangi bir şeyi yaparken veya yapmaktan kaçınırken sadece kendisini değil, tercihi neticesinde etkilenmesi muhtemel insanları da nazarı itibara alması gerektiğini kabul etmektedir. Nitekim Bauman, Tanrının Kabil’e kardeşinin nerede olduğunu sorması üzerine Kabil’in öfkeyle “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” demesini, her türlü ahlâksızlığın başladığı an olarak nitelemektedir. Ona göre, kabul edilse de edilmese de herkes kardeşinin bekçisidir, çünkü kardeşinin iyiliği kişinin ne yaptığına ya da neyi yapmadığına kaçınılmaz olarak bağlıdır. Ahlâklı olmak bu bağımlılığı tanımayı ve onun getirdiği sorumluluğu kabul etmek anlamına gelmektedir. Haddi zatında insanı etik bir varlık haline getiren temel hususiyet kardeşine olan bu bağlılığı olmaktadır.
Komüniteryan felsefe, bu görüşten hareketle, belirli bir cemaat içinde yaşayan insanların kendilerinden önce birlikte yaşadıkları ve ortak bir kültüre sahip oldukları diğer insanların menfaatlerini gözetmesi gerektiğini vaaz etmektedir. Böylelikle insanların kendi menfaatleri ile diğer insanların menfaatlerinin aynı olduğunu düşünmeleri durumunda toplumun ahlâkî temeli atılmış olmaktadır. Ayrıca, buna mukabil olarak, insanlar arası ilişkiler ağını işbölümü, karşılıklı saygı veya hoşgörü gibi sosyal değerler üzerine inşa etmek yerine aşk, sevgi ve arkadaşlık bağlarına benzeyen duygusal güdülerin esas alınması insan ve toplum açısından daha sağlıklı sonuçlara sebebiyet verecektir. Ortak menfaatler üzerine kurulan ahlâkî düzen ve insanların birbirleri ile kurdukları duygusal bağlılıklara olan vurgu dikkate alındığında komüniteryan düşüncenin alturist bir davranış modelini esas aldığı ve liberalizmin sadece kendi çıkarını düşünen ve kendi kaderini tayin edebilen bireyinin bu altruist ahlâkî düzeni tehdit ettiği için eleştirildiği anlaşılmaktadır.
Taylor, insanların geçmişlerine ve birlikte yaşadıkları kişilere karşı kayıtsız kalmalarının aslında bugüne ve geleceğe tesirlerinin olduğunu öne sürmektedir. Bu nedenle hiç kimsenin kendisini şekillendiren medeniyetin eskiye ait olduğunu ve yetişkin otonom bir birey olma kuvvesi bulunduğunu iddia ederek, dâhil olduğu medeniyetin devamı için elzem olan yükümlülüklerden masun olduğunu iddia etmesi düşünülemez. Unutulmaması gereken husus, gelecek nesillerin de günümüzde benimsenen değerlere ulaşmaya ihtiyaç duyacakları gerçeğidir. Eğer bunların değeri insanlar tarafından onaylanıyorsa, o halde bunlara gelecekte başkalarının da sahip olmasını sağlamak konusunda herkesin bir yükümlülüğü bulunmaktadır. Çünkü Batı’nın liberal özgür bireyi dahi, onu büyüten ve geliştiren bütün bir toplumun ve medeniyetin erdemi ile meydana gelmiştir.
Komüniteryanizm, modern cemaatlerdeki insanların birbirleri olan ilişkilerini akrabalık ve hatta kardeşlik fikri üzerinden ele alarak, kalabalık bir toplum içinde birbirlerine yabancı olan kişiler arasında duygusal bir bağlılık oluşturmanın ehemmiyetine vurguyapmaktadır. Bu bakımdan, komüniteryan düşünürler doğrudan atıfta bulunmasalar da, Fransız Devriminin ürünü olan vatanseverlik ve kardeşlik duyguları arasındaki münasebetin siyasî cemaate mensup kişiler arasında da tesis edilmesini önemsedikleri söylenebilir. Nitekim Taylor, vatanseverlik kavramından hareket ederek, aynı ülkede yaşayan insanların başkalarının özgürlüğünü korumaya yönelmiş olmasalar da, her insanın tüm yurttaşlara karşı, her birinin onurunun ortak bir ifadesi olan ortak girişimlerinin sonuçlanması için onlara destek vermek ile mükellef olduğunu açıklamaktadır. Arkadaşlık ve aile duygusu doğrudan özel kişilerle ilgiliyken, vatanseverlik bağları aile birliğinde olduğu gibi insanları özel kişilere bağlamaz. İşte tam da bu noktada işleyen cumhuriyetlerin tıpkı aileler gibi teşekkül etmeleri nispetinde taşıdıkları kıymet artmakta ve varlıklarını devam ettirebilme şansına kavuşabilmektedirler. İnsanları birbirlerine bağlayan şey, ortak geçmişleridir. Toplumsal bağlar ve eski arkadaşlıklar ortak yaşanan hadiseler sayesinde güçlenmektedir. Aynı şekilde cumhuriyetler de özellikle kriz dönemlerinde vatandaşlarının birbirlerine bağlanmaları marifetiyle bir dayanışma ortamı sağlamakta ve böylelikle daha güçlü siyasî ve toplumsal düzeni tesis etmektedirler.
Taylor’a göre, birbirinden bağımsız kişilerin ortak paylaşılan değerlerin önemini bu şekilde fark etmiş olmalarının derin bir sosyal karşılığı bulunmaktadır. İnsanların güvenliklerini sağlayabilmek amacıyla, örneğin Montréal şehir topluluğuna bağlanmaları açık biçimde şahsî bir çıkar üzerine kurulu olabilir. Oysaki insanların ortak iyilik konusundaki ahlâkî taahhütleri diğerkâm nitelikler taşımaktadır. Ancak, işleyen bir cumhuriyetteki yurttaşlarla olan dayanışma bağları, paylaşımın kendiliğinden belli bir değere sahip olduğu kader paylaşımını göstermektedir. Bu bağa özel anlam kazandıran, bu kişilere ve bu girişime sıkı sıkı bağlanılmasını sağlayan ve insanlardaki erdemi ve vatanseverliği canlandıran da işte bu kader ortaklığıdır. Ortak bir amaç uğruna kader birliği eden insanların bu şekilde bir araya gelerek, karşılaştıkları zorluklara karşı beraberce göğüs germeye çalışmaları cemaatin gerçek faydasının ne anlama geldiğini daha açık bir surette göstermektedir. Bu minvalde, cemaatin aslî görevi, bu birliktelik sayesinde diğer insanların yalnız başlarına yok olmamasını, kendilerini yoksunlukları manen giderilmiş olarak hissetmelerini, kendisine sağlanan bu vekilliği bir başkasına taşımasını ve aynı zamanda yaşamının sonuna dek diğer insanlara hizmete hazır olmasını ihtiva etmektedir.
Modernizm ve liberal bireycilik nedeniyle, cemaatin aslî vazifesini oluşturan ve komşuluk ya da aile tarafından bir zamanlar sağlanan ikinci siper hattından müteşekkil bu güvenlik ağlarının dağıldığı ya da önemli ölçüde zayıflatıldığı kanaati komüniteryanlar tarafından paylaşılmaktadır. Modern ve liberal yeni davranış biçiminin, başka birçok konuda başarılı olabilme ihtimali bulunsa da, kalıcı bağlar ve en kesin biçimde süreceği tahmin edilen ve bu şekilde davranılan bağları oluşturmaktan her zaman mahrum kalacağı ifade edilmektedir.
MacIntyre, aydınlanma düşüncesinden neşet eden liberal bireyciliğin bu geçmiş döneme ait ahlâkî bütünlüğü yok ettiğini iddia etmektedir. Ona göre, günümüzün liberal siyasî toplumu, yalnızca ortak savunmaları için birbirine sokulmuş ve hiçbir yerin yurttaşı olmayanların toplamı olarak görülmektedir. Böyle bir toplumda insanların sahip olabileceği en iyi şey, karşılıklı çıkara dayalı basit arkadaşlık biçimleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Arkadaşlık bağından yoksun olunmasının ise, liberal toplumların da itiraf ettiği şekilde, ahlâkî çoğulculuk anlayışı ile bağlantılı olduğunu söylemektedir. Hâkim olan bu zihniyet, ister antik, ister ortaçağ biçimi söz konusu olsun, Aristotelesçiliğin ahlâkî bütünlüğünü ortadan kaldırmaktadır.
Toplumsal Düzen Açısından Liberal Değerlerin Önemi
Komüniteryanlar, insanlar arasındaki bu akrabalık bağlarına benzer duyguların insanlar arasındaki ilişkilere hakikî mahiyetini kazandırmaktan uzaklaşmasının müsebbibi olarak Kantçı düşünceyi görmektedir. Kant’ın her insanı bir amaç olarak gör düsturundan mülhem olan saygı kavramının liberal bireyciliğin mümeyyiz vasfı olarak benimsenmesi, toplumsal ilişkilerin kardeşlik ve sevgi kavramları üzerinden örülmesine mani olmaktadır. Sandel, Kant’ın saygı fikri ile diğer insanî bağlar arasında ciddi fark var olduğunu dile getirmektedir. Öyle ki aşk, muhabbet, dayanışma ve arkadaşlık duyguları bazı insanları birbirlerine daha fazla yakınlaştırmaktadır. Fakat insanın değerli bir varlık olduğu inancını esas alan saygı fikri nazarı itibara alındığı takdirde, bu tür hususî duyguları izah etmenin imkânı bulunmamaktadır. Kantçı saygı fikri aşktan, sevgiden, dayanışmadan veya arkadaşlıktan farklı bir insanî duruma tekabül etmektedir. Diğer insanların önemsenmesi gerektiğini esas alan bu duygular, bazı insanların diğerlerine göre özelde kim oldukları konusunda farklı şekilde muamelede bulunulmasını vaaz etmektedir. Zira insanlar eşlerini ve diğer aile fertlerini sevmekte, tanıdıkları insanlara muhabbet duymakta, arkadaşları ve yoldaşlarıyla dayanışma duygusu içinde bulunmaktadırlar.
Komüniteryanlar, Kantçı adalet ve saygı düşüncelerinin, insanların nerede yaşadıklarına veya birlikte yaşadıkları kişileri ne kadar iyi tanındıklarına bakılmaksızın, onlara sadece tüm insanların haklarını devam ettirebilmek için ihtiyaç duyduğunu öne sürmektedirler. Bu açıdan bakıldığı takdirde, başta amaç olduğu iddia edilen insan, kaçınılmaz olarak, giderek bir araç haline dönmeye başlayacaktır. Tıpkı Sandel gibi Etzioni de kabul ettiği bu paradoksun üzerinde durarak, insanların ancak birbirleriyle duygusal ilişkiler kurmaları halinde birbirleriyle yakınlaşabileceklerini iddia etmektedir. İyi toplum, insanların birbirlerini birer araç olarak gördükleri değil, herkesin bir başkasını başlı başına amaç olarak gördüğü bir toplum olmaktadır. Böyle bir toplum ise insanların kendilerini işçi, tacir, tüketici ve hatta yurttaş olarak tanımladıkları duygusuz birlikteliklerden ziyade; sevgi ve sorumluluk duyguları ile birbirlerine bağlı oldukları birlikteliklere karşılık gelmektedir.
Liberallerin sosyal ilişkilerin sağlıklı bir şekilde devam edebilmesini saygı kavramı üzerinden ele almalarının yanı sıra, yine saygı fikrinden hareket ederek, insanların bir araya gelerek ortak bir hayatı paylaşmalarının veya eylemde bulunmalarının meşruiyetini gönüllük esası üzerinden değerlendirmeleri komüniteryanların tepkisini çeken bir diğer husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Gönüllülük fikri toplumsal birlikteliklere iştirak etmenin ve ayrılmanın bireyin özgür iradesine dayandırılmasını esas almaktadır. Komüniteryan düşünürler ise saygı kavramı gibi gönüllülük fikrinin de sosyal bağları anlamada ve izah etmede kifayetsiz kaldığını kabul etmektedirler.
Walzer, liberal toplum düşüncesinin, tüm sosyal birliklerin teoride ve pratikte bireylerin tamamen gönüllü bir şekilde oluşturdukları kabulüne dayanması nedeniyle liberalizmin zayıf bir toplumsal temel üzerine inşa edildiğini iddia etmektedir. Oysaki insan açısından kıymeti haiz birtakım üyelikler serbestçe iştirak edilmeden, birçok bağlayıcı yükümlülükler tam anlamıyla rızaya dayanmadan ve insanın yaşamındaki birçok güçlü duygu ve faydalı düşünce kişinin tercihlerine tabi olmadan inkişaf etmektedir. Walzer bu iddialarından hareketle dört farklı gayrı iradî birliktelik bulunduğunu ve bunların insanın hayatına çok erken zamanlarda girdiğini ifade etmektedir. Bu topluluklar, liberal bir toplumda tam anlamıyla yok sayılamayacak hakları ve yaşam becerilerini sınırlayan özelliklere sahip bulunmaktadırlar.
Birinci gayrı iradî birliktelikleri ailevî ve toplumsal birliktelikler teşkil etmektedir. Bu birlikteliklerin muhtevasını her insanın bir ailenin, bir milletin veya ülkenin, bir sosyal sınıfın üyesi erkekler veya kadınlar olarak doğdukları izah etmektedir. İkinci birliktelik, kültürel belirlenmenin etkisiyle doğal olarak ortaya çıkan ortaklıklardır. İnsanlar belli bir amacı gerçekleştirmek veya ortak bir çıkarı keşfetmek için diğer insanlarla ortaklıklar oluşturmaktadır. Bu ortalıklar sayesinde insanlar belli davranışları göstererek ve beklentilere sahip olarak sivil toplumun içine girme hakkına kavuşmaktadırlar. Üçüncü birliktelik siyasî nitelik taşımaktadır. Doğum ve bir yerde yaşamak siyasî bir cemaatin üyesi olmayı peşinen beraberinde getirmektedir. İnsanın siyasî topluluğun içinde yaşaması, oluşturulması esnasında herhangi bir katkıda bulunmadığı bir dizi anlaşma konuları içinde yetişmesi anlamına gelmektedir. Dördüncü birliktelik ise ahlâkîdir. Her ne kadar ahlâkî birlikteliğe ilişkin ihlaller diğer bağlar kadar somut neticeler doğurmasa da ahlâkî birlikteliklerle insanların sosyalleşme sürecine girmeleri, kültürel kurallar oluşturmaları ve yasal bir düzen meydana getirmeleri mümkün hale gelebilmektedir. Öyle ki bu sayede insanlar vicdanlarının sesine göre hareket ederek dâhil oldukları toplulukla ahlâkî bir bağ oluşturmakta ve topluluğun ihtiyaçlarına göre davranmaktadırlar. Bu birliktelik sayesinde bireyler sadece toplumun, kültürün ve siyasetin ürettikleri değerler ile karşılaşmamakta aynı zamanda en doğru davranışı göstermeye çalışan kişiler olmaktadırlar.
Walzer’ın bu sistematik toplum ve mensubiyet görüşlerini sosyal dayanışma üzerine inşa etmesinden ve dayanışmanın geçmişten gelen duygusal bağlar ile ilgisinin olduğunu ileri sürmesinden hareketle mültecilik ve göçmenlik konusunda, çokça eleştirilen görüşleri ifade etmesine yol açmıştır. Ona göre, üyelik bağları olmayan erkek ve kadınlar her yerde devletsiz kişilerdir. İnsanların sürekli hareket halinde bulundukları yerden başka yerlere göç etmeleri bilhassa iltica edilen cemaatin değerlerini tahrip etme riskini barındırmaktadır. Bu nedenle kollektif dağıtımı yapılan refah ve güvenliğe ilişkin hususlar topluma üye olmayanlar için garanti edilememektedir. Walzer, devletsizliği çok muazzam bir tehlike olarak gördüğü için, bu insanların kollektivite içinde yerlerinin de teminat altında olmadığını ve kollektiveteden her zaman ihraç edilmelerinin söz konusu olduğunu dile getirmektedir.
Belirli kollektif bütüne mensup kişilerin aralarında sevgi ve dayanışma duygularının olması sayesinde toplumun daha huzurlu ve barış içinde yaşayacağı düşüncesi aksine liberal düşünce büyük toplumlarda birbirlerini tanımayan insanlar arasında her birinin kendi amaçlarının üstünlüğü konusunda mutabakat olmayacağı için böyle bir toplumun uyumdan ziyade çatışmaya yöneleceğini iddia etmektedirler. Böyle bir toplumda anlaşma ve barışı mümkün kılacak olan bireylerin amaçlarda değil araçlarda uzlaşabilmeleri olmaktadır. Zira araçların çok çeşitli amaçlara hizmet edebilmesi ve herkesin bu araçları kullanmak suretiyle kendi münferit amaçlarını gerçekleştirebilme rahatlığına sahip olabilmesi barış düzeninin tesis edilmesini sağlayacaktır.
Liberal düşünürler, insanın toplumuyla olan münasebetinin mahiyetini ve derecesini komünal bağlar üzerinden ele alan görüşlere bu nedenle itibar etmemektedirler. Bireyin mensubu olduğu cemaati veya toplumu ile olan beşerî ilişkilerine sevgi, sadakat ve dayanışma gibi duygular tesir etmekle birlikte mezkûr ilişkiye diğer başka unsurlar da şekil vermektedir. Böyle bir değerlendirmenin insanların şahsî ve maslahatçı doğasını ihmal ettiği ileri sürülmektedir. Belirli bir toplumdaki insanlar diğer insanlarla sadece aynı toplumda oldukları ilişki içinde bulunmamaktadırlar. Duygusal nedenlerin ve birlikte yaşıyor olmanın yanı sıra insanların birbirlerine vaatlerde bulunması, aralarında borç ilişkisi olması, işçi-işveren gibi statülerinin kurulması veya hasta-doktor münasebetinin olması gibi bağlar da bulunabilmektedir.
Liberal fikriyat, toplumsal ilişkilerin duygusal temeller üzerinde inşa edilmesinin beşerî münasebetlerin belirli kurallar dahilinde işlemesini sağlayacak meşru yasal zeminden mahrum kalınmasına yol açacağını ifade etmektedir. David Hume, adalet kurallarının gözetiminde insanların öncelikli motivasyonun kamu çıkarı veya güçlü, yaygın hayırseverlik duyguları olmadığını, çünkü insanoğlunun böyle bir hayırseverlikle donatılmış olsaydı adalet kurallarına ihtiyaç duyulmayacağını ifade etmektedir. İnsanlar kendilerinin ve yakınlarının faydalarını gözetme yolunda doğal bir eğilim gösterseler ve tabiatları gereği iyiliksever olsalar da bu tür duygular sosyal bir düzenin kurulması için yeterli değildir.
Özgür bir toplumun bireylerin gönüllü birliktelikleri ve duygusal bağlar yerine adil davranış kuralları neticesinde meydana geleceğini belirten Hayek, insanlığın kabile toplumundan büyük topluma geçişiyle birlikte sınırlı sayıda insanın birbirleriyle şahsî bağlarla ilişkide bulunduğu ve mensuplarına pozitif ödevler vaaz eden küçük grupların kaybolduklarını ifade etmektedir. Buna mukabil bireyin birlikte faaliyette bulunacağı kişileri özgürce seçtiği serbest toplumlarda bireyin değişik kişilerle farklı amaçlar için hareket etmesi ve bu ilişkilerin hiçbirinin zora dayanmayacak sonuçlar doğurmasının daha huzurlu ve sağlıklı bir toplum yapısı oluşturduğunu belirtmektedir. Ayrıca özgür toplumun bilhassa ortak görünür bir amaçtan uzak bir şekilde teşekkül etmesi sayesinde küçük grupların hiçbirinin kendi standartlarını bunu istemeyen herhangi bir kişiye zorla uygulamaya çalışması gibi nahoş bir hadise ile karşılaşılmayacaktır.
Hayek belirli bir sosyal gruba mensup kişilerin ahlâklı davranıp davranmamasının esasında bireysel bir temele dayandığını iddia etmektedir. Her türlü kollektivist düşünce sisteminin yapmaya çalıştığının aksine kişisel sorumluluk dünyasının dışında iyiliği ve kötülüğü birbirinden ayırmak mümkün görünmemektedir. Bireyin erdemi ancak şahsî arzularından vazgeçebileceği seçeneklerin serbestçe tanınmış olması halinde yani kendi şahsî çıkarları hususunda fedakârlıkta bulunma özgürlüğü tanındığı takdirde tartışma konusu olabilecektir. Bu itibarla ahlâk kavramı bireysel özgürlük ve sorumluluktan azade bir şekilde düşünülemez. İnsanlara özgürce tercih hakkı tanınmadığı, kendi vicdanlarına karşı mesuliyet hissetmediği ve iyilik yapmaya zorlandığı bir sosyal düzende kimsenin diğer insanlara karşı yardımsever veya onlarla dayanışma içinde olup olmadığını tartışmak söz konusu değildir.
Mises de, bu görüşe benzer şekilde, toplumun insanın amaçsal eyleminin bir ürünü olarak niteleyerek, onun işbirliğini ve dayanışmayı gerçekleştirmesi nispetinde anlamlı olduğunu ifade etmektedir. Bilhassa ırka ve dile dayalı cemaatlerin bile dostluk ve iyi niyet etrafında birleşmediğini iddia ederek, tarihî tecrübeler dikkate alındığında bu tip kollektif bütünlerin mensupları arasında şiddetli nefret ve hoşnutsuzlukların yaşandığının görüleceğini belirtmektedir. Aynı şekilde aşk ve sevgi duyguları da cemaatleri bir araya getirme konusunda kifayetsiz kalmaktadır. İşbirliğine dayalı bir toplumun bir araya gelmesini sağlayan esas unsur, bireylerin kendi şahsî çıkarlarının bunu gerektiriyor olmasına dayanmaktadır. Mises’e göre ne sevgi ne sadakat ne de başka sempatik duyarlılık toplumun ihtiyaçlarını karşılama konusunda yeterli olamamaktadır. Tam tersine toplumun ihtiyaçlarını gidermede, insanların özgürlük ve haklarına saygı duyulmasını sağlamada ve husumet ile zıtlaşma yerine işbirliğini tesis etmede doğru anlaşılmış bencilliğin önemli bir yere sahip olduğunu dile getirmektedir.
Hoşgörü Üzerine
Liberaller birbirinde farklı hayat tarzına sahip kişilerden müteşekkil toplumlarda birbirlerinden farklı kanaat, görüş ve tercihe sahip insanların huzur ve barış içinde bir arada yaşayabilmelerinin hoşgörü düzeninin tesis edilmesi sayesinde mümkün olacağını düşünmektedirler. Birbirlerinden farklı kimlikteki insanlar arasında her zaman sevgi, dostluk, akrabalık gibi duyguların oluşması mümkün olmamaktadır. Bu tarz duygulara sahip olmayan insanlar arasındaki beşerî münasebetin sağlıklı olması için farklı bir değerin varlığı elzem görünmektedir. İşte bu sebeple, liberal düşünce, farklı kimliklerin bir arada yaşayabilmesi için hoşgörü kavramına müracaat etmektedirler. Hoşgörü sahibi olan insanlar onaylamadıkları davranışlara ya da eylemlere müdahale etmemeleri gerektiği inancını taşımaktadırlar. Bu bakımdan hoşgörünün belirli bir davranışın onaylanmaması ve kişilerin kendi görüşlerini başkalarına dayatmaya çalışmaması şeklinde iki temel özelliği bulunmaktadır. Zikredilen bu hususları itibariyle, liberal hoşgörü kavramının bireyin ahlâkî ve özerk bir varlık olması ile liberal tarafsızlık fikrinin toplumsal hayattaki tezahürü olduğu görülmektedir.
Irkî, dinî ve cinsel kimliklere ilişkin kimliklerin dünya tarihi boyunca cebrî siyasî ve toplumsal müdahalelerin kaynağını oluşturması nedeniyle liberal düşünce, hoşgörü kavramına, bu müdahalelere mani olmak ve beşerî münasebetlerin barış ve huzur içinde gelişmesini sağlamak amacıyla ayrı bir önem atfetmektedir. Öyle ki liberal düşünce hoşgörü kavramını üç temel görüş etrafında izah ederek, hem liberalizmin kavramsal temellerini tesis etmekte hem de hoşgörünün liberalizm içindeki özel yerini göstermektedir. Liberalizm içinde şekillenen hoşgörünün meşrulaştırılmasında kullanılan birinci görüş, hoşgörüsüzlük ile hakikat arasında kurulan bağa dayandırılmaktadır. Doğru ve iyi olana hizmet etmek adına başkalarının iyi anlayışını belirlemeye veya değiştirmeye çalışmak böyle bir bağın varlığına işaret etmektedir. Liberal düşünürler, ahlâkî meselelerde hakikatin varlığını reddetmemekle birlikte, bu hakikate bireylerin kendi özür iradeleriyle ulaşmaları gerektiğini vurgulamaktadırlar. İnsanları mutluluğa iletecek olan doğru yolun sayısız olduğunun kabul edilmesi halinde hangi yolun herkes tarafından benimseneceği belirsizlik taşımaktadır. Liberal düşünce, bu minvalde, ne siyasî iktidarların ne de toplumdaki belirli grupların hakikî yolun hangisi olduğunu bireylerin kendilerinden daha fazla keşfetme imkânına sahip olmadıkları inancını esas almaktadır. İkinci görüş, bireyin özerk bir varlık olduğu ile hoşgörü arasındaki ilişki üzerine inşa edilmektedir. İnsan özerk ve rasyonel bir varlık olması sayesinde dilediği değerleri seçebilme kuvvesini haiz bulunmaktadır. Bu nedenle bireye cebrî yollarla belirli bir kanaati benimsetmeye çalışmak ahlâken kabul edilememektedir. Hoşgörünün meşrulaştırılmasına ilişkin üçüncü görüş ise, hoşgörü ile müdahalenin spesifik nedenleri arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir. Bu ilişki insanların özgürce iyi anlayışlarını yaşayabilmelerine imkân tanımamanın yanı sıra belirli iyi anlayışlarına imtiyazlı davranılmaması düsturunu da ihtiva etmektedir.
Locke Hoşgörü Üstüne Bir Mektup isimli eserini derin mezhepsel ve siyasî çatışmaların olduğu bir dönemde yukarıda zikredilen üç hususu dikkate almak suretiyle yazmıştır. Bu eserinde, Locke, hoşgörünün niçin gerekli ve kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalışmış ve hoşgörüsüzlüğün sadece siyasî iktidarlarca değil aynı zamanda toplumdan tarafından da tatbik edilebileceğini dile getirmiştir. Otoritesi ister ilahî kaynaklı isterse cemaatin kendisine verdiği vekâletten kaynaklanmış olsun hiçbir ruhanî otorite bireyin inanç ve ibadet dünyasına müdahale etme hakkına sahip bulunmamaktadır. Doğal hukuka ilişkin düşüncelerinin Tanrının iradesinin yeryüzündeki tezahürü olarak addetmesi gibi düşünceleri nazarı itibarı alındığında samimi bir dindar olduğu görülen Locke’un, dinî ve ahlâkî öğretilerin kendi içinde taşıdığı kıymeti ve önemi kabul ettiği, mamafih bu öğretilerin özgür ve rasyonel olan bireylere zorla dayatılmasını tasdik etmediği anlaşılmaktadır.
Locke, hiçbir kilisenin, yaptığı uyarılardan sonra cemaatin kanunlarına karşı suç işlemeye inatla devam eden kimseyi cemaatinde tutmak zorunda olmadığını kabul etmektedir. Ayrıca bir kişiye yönelik vaazdan, nasihatten ve iknadan ibaret olan ilginin reddedilmesi de söz konusu olmamaktadır. Filozof tarafından cemaatlere tanınan bu hak, hoşgörü ilkesi çerçevesinde değerlendirildiğinde, esasında fiilin ve ilginin sınırı da çizilmektedir. Bu hakka sahip olmakla birlikte belirli bir cemaate mensup hiç kimse başka bir kişiye başka bir dine veya kiliseye mensup olması nedeniyle sivil çıkarları bağlamında zarar verme hakkı bulunmamaktadır.
İnsanların ortak bir amaç doğrultusunda belirli bir iyi anlayışına göre davranmalarını bekleyen komüniteryanizm için liberal hoşgörü kavramı reddedilecek bir değer olmasa da hedeflenen beşerî düzen açısından içi boş bir muhtevaya sahip olmaktadır. Sevgi, aşk ve dostluk gibi duygusal değerlere sahip insanların bir arada yaşayabilmeleri için hoşgörü gibi bir değere ihtiyaçları bulunmamaktadır. Komüniteryanların bu bakımdan hoşgörü kavramına yönelik itirazları kavramın içeriğinden ziyade varsaydığı birey anlayışına yönelik olmaktadır. Zira liberalizmin benimsediği hoşgörü düşüncesi bireyin özerk bir varlık olduğu kabulüne dayanmaktadır. Bireylerin amaçlarını değerlendirebilme ve gözden geçirme kuvvesine sahip birer varlık oldukları ile bu amaçları tespit etme ve değiştirme hususlarında özgür olduklarının siyasî iktidar ve toplum tarafından kabul edilebilmesi hoşgörünün mezkûr mahiyetini göstermektedir.
Walzer, Locke’un Hoşgörü Üstüne Bir Mektup eserinde, dinsel ve etnik çoğulculukla baş edebilmenin tek ya da en iyi yolunun değer konusunda tarafsızlığı ve gönüllü birliktelikleri tesis etmek olduğunu belirtmesini eleştirmektedir. Hoşgörü kavramı sadece liberal sistemlere ait modern bir yaklaşımı temsil etmemektedir. Dünya tarihi incelendiğinde tarihsel ve kültürel olarak farklı siyasî sistemlerin liberal hususiyetler ihtiva etmeyen hoşgörü sistemleri kurdukları görülmektedir. Walzer, çokuluslu imparatorluklar, uluslar arası toplumlar, toplumlar arası birliktelikler, ulus devletler ve göçmen toplumlar olarak adlandırdığı beş farklı rejimde de liberal olmayan hoşgörü düzeninin tesis edildiğini ifade etmektedir.
Çokuluslu imparatorluklar Pax-Romana tarzı barış ortamının tesis ve devam edilebilmesi amacıyla farklı cemaatlere hoşgörü göstermişlerdir. Oturmuş imparatorluklar cemaatlerin liderlerine ve geleneksel pratiklerine karşı hoşgörülü davranmıştır. Walzer bu tip hoşgörü rejimine örnek olarak Osmanlı İmparatorluğu’ndaki dinî cemaatlere dayalı millet sistemini örnek olarak göstermektedir. Osmanlı imparatorluğu müslüman olduğu için tarafsız olamasa da diğer dinî cemaatlerin varlıklarına ve faaliyetlerine yaşam alanı tanımıştır. Uluslararası toplum bünyesindeki bazı devletlerin hoşgörüsüzlüğüne rağmen rejim olarak hoşgörülüdür. Böyle bir sistemde cemaatlerin karşılıklı olarak birbirlerine karşı müdahalesizliği ve kayıtsızlığı söz konusudur. Toplumlar arası birliktelikler ise birbirleriyle özgürce müzakere eden birden fazla cemaatin kurumları düzenleyen ve yetkileri bölüştüren bir anayasa üzerinde anlaşması ile ortaya çıkmaktadır. Belçika, İsviçre, Kıbrıs ve Lübnan gibi ülkeleri örnek gösteren Walzer, mutabakatın güçlü milliyetçi hareketlerin doğmasından önce sağlanması halinde başarı şansının artacağını belirtmektedir. Ulus devletlerdeki hoşgörü kamusal hayatta fazla karşılık bulamasa da özel hayattaki pratiklerin garanti altına alınması şeklinde kendisini göstermektedir. Hoşgörü gösterilenler gruplar veya cemaatler değil yurttaş olan bireyler ve azınlıklardır. İlke olarak bireyler üzerinde bir baskı yoktur ancak eğitim ve dil gibi kamusal pratiklere iştirak edilmesi beklenmektedir. Göçmen toplumlardaki hoşgörü modeli ise politik ve ekonomik baskılar nedeniyle yeni topraklara yerleşen ailelerin oluşturdukları sisteme tekabül etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’ni bu rejimlerin en tipik örneği olarak sunan Walzer, etnik ve dinsel grupların varlıkları sürdürmelerini toprak temelli bir anlayışa değil, bir inanca ve görüşe dayansa da belirli bir oranda tarafsız olmalarına bağlamaktadır.