Pandeminin Cinsiyet Eksenindeki Yansıması Kadına Yönelik Ekonomik Şiddet
GİRİŞ
Pek çok ülkede özellikle de Türkiye’de kadın sorunu denildiğinde fiziksel ve psikolojik şiddet, toplumsal bir gerçeklik olarak en ön sırada yer almaktadır. Kadın cinayetlerinde görülen artış ve buna yönelik kamuoyunda oluşan tepkinin bir uzantısı olarak şiddet haberleri, manşetlerde daha sık görülmektedir. Basına en fazla yansıyan bu sorunlar yaşanan gerçeği ifade etmekle birlikte kalkınma paradigması içinde kadın yoksulluğu ve kadına yönelik ekonomik şiddet de önemli bir sosyo-ekonomik sorun olarak kendini göstermektedir. Buna rağmen uluslararası belgelerde (1993 Viyana Bildirgesi, CEDAW Komitesi Genel Tavsiye Kararları, Pekin + 5 Bildirgeleri gibi) ekonomik şiddetten söz edilmemesi ve hatta şiddetle mücadele eden kadın hareketlerinde dahi ekonomik şiddetin dikkate alınmaması konunun görünürleşmesini zorlaştırmıştır. Ancak Birleşmiş Milletler’in kadına yönelik şiddet tanımlamasına “kurbanı ekonomik ihtiyaçların karşılanmasından yoksun bırakma” cümlesinin dahil edilmesi ile ekonomik şiddet dünya kamu oyunda görünür kılınmaya çalışılmıştır.
Kadınların karşılaştığı ekonomik şiddet ve geçirdiği sancılı süreç elbette ki kriz dönemlerinde ve olağan üstü durumlarda daha belirgin bir hal almaktadır. Nitekim son iki yıldır tüm dünyanın karşı karşıya kaldığı olağan dışı bir durum olan COVID-19 pandemisi de bunlardan birini oluşturmaktadır. Pandeminin yarattığı değişimin küresel dinamikler üzerindeki etkileri fazlasıyla hissedilmekle ile birlikte bu etkilerin, kalıcı olup olamayacağını önümüzdeki günler belirleyecektir. Ancak olağandışı bu durumun cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı sorunların görünürlüğünü artırarak sınıfsal eşitsizlikleri daha da belirgin hale getirdiği söylenebilir. Bu bağlamda bu çalışmada pandeminin cinsiyet ekseninde ekonomik şiddeti nasıl artırdığı irdelenmiştir. Çalışmada öncelikle ekonomik şiddetin ne olduğuna ilişkin kavramsal bir analiz yapılmış ve Türkiye özelinde toplumda farkındalığının az olmasının nedenleri (kadının ev içi emeğinin görünmez ve değersiz olması, ekonomik şiddetten söz etmek isteyen kadının yalnızlık duygusu taşıması, ekonomik şiddetin etki ve sonuçlarının uzun vadede kendini göstermesi) üzerinde durulmuştur. Daha sonra pandemide kadına yönelik ekonomik şiddetin mikro ve makro ölçekte beslendiği kanallar ele alınmıştır. Mikro ölçekte kadının verili kimliği ve ev içine sıkıştığı ataerkil düzene bağlı olarak, kadınların pandemi sürecinde aile ilişkilerinde karşılaştığı ekonomik şiddet irdelenmiştir. Makro ölçekte ise, küresel kapitalizmin piyasa mantığı içerisinde üretim ilişkileri bağlamında değerlendirme yapılmıştır.
EKONOMİK ŞİDDET
Şiddet yaşamın “her alanında ve her döneminde” görülebilen ve dünyada giderek artan önemli bir toplum sağlığı sorunudur. Birleşmiş Milletler şiddeti genellikle güçlü olanın zayıf olana karşı işlediği suç olarak tanımlamaktadır. Kadına yönelik şiddeti ise 1993 yılında yayınladığı bildirgesinin 1. Maddesi’nde; “ İster kamusal, isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel ve psikolojik acı veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem ve bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama ve keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlamaktadır. Bildirgede yer alan bu tanımlamada fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet türlerinden söz edilmiş ancak ekonomik şiddete yer verilmemiştir. Ekonomik şiddetin, kadına yönelik şiddetle ilgili çalışmalarda nadiren ele alınması ve ihtiyaç duyulan kavram ve analizlerin yetersizliğine bağlı olarak bilgi yoksunlukları da konunun görünürleşmesini zorlaştırmıştır. Daha da kötüsü kadın hareketinin şiddetle mücadele eden parçasında yer alan kadınların dahi, ekonomik şiddeti ne kadar dikkatlerinde tuttukları şüphelidir. Ancak Birleşmiş Milletler’in şiddet tanımının son haline “kurbanı ekonomik ihtiyaçların karşılanmasından yoksun bırakma” cümlesinin dahil edilmesi ve ayrıca Avrupa Konseyi’nin Mart 2006’da oluşturduğu 2006-2010 yılları arasını kapsayan Roadmap for Equality Between Women and Men’de kadın- erkek eşitliğini sağlamak için belirlenen 6 öncelikli alan içerisinde kadının ekonomik bağımsızlığı dikkate alınmıştır (Europen Comission, 2010). Yine 2010 yılında kabul edilen Women’s Charter’ da belirlenen 5 öncelikli alan içerisinde de eşit ekonomik bağımsızlık ve eşit değerde eşit ücret unsurlarına değinilmiştir (Communication from the Commission, 2010).
Tüm bunlar kadının yaşamını önemli oranda etkileyen, kadını bağımlı ve yoksul hale getiren ekonomik şiddetin, dünya kamuoyunda görünür kılınmaya çalışıldığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir.
Kadına yönelik şiddetin ve aile içi şiddet kalıbının çoğunlukla dışarıda bıraktığı ekonomik şiddet;
Kadının emeğine ve yarattığı değere el konulması,
Ekonomik kaynakların ve paranın kadın üzerinde bir yaptırım, tehdit ve kontrol etme aracı olarak kullanılması,
Gelecekteki üretme ve kazanma gücünü elinden alabilmek için bilgisiz bırakılması,
Kadının ev ekonomisine katkısının kabul edilmemesi,
Ortak miras, mal-mülk konusunda ayrımcı davranışlar sergilenmesi ve bu davranışların boşandıktan sonra da devam ettirilmesi,
Çalışmanın ret edilip, kişinin (kadının) gelirinin harcanması gibi durumları içerir (Işık, 2007: 115-116).
Aslında kadınların yaşadıkları ayrımcılık ve eşitsizliklerde ekonomik şiddet, çoğu zaman tek başına var olmamakta diğer şiddet türleriyle (fiziksel, cinsel ve psikolojik) de beslenmekte ve hatta bu şiddet türlerinin de nedenini oluşturmaktadır.
Genel olarak ekonomik şiddetin nedenleri; Toplumun kültürel ve sosyal yapısı, inançlar, sosyal izolasyon, katı toplumsal roller ve ataerkil gelenekler, kadın-erkek eşitsizliği, zayıf kişilik, kendi kendini kontrol yetersizliği, yoksulluk ve ekonomik bağımlılık olarak sıralanabilir.
Bu şiddet türü Türkiye’de ve dünyada kadınlar arasında farkındalığı daha az ve hatta diğer şiddet türlerinde olduğu gibi gizlenmektedir. Bu 3 nedene bağlanabilir.
1- Ekonomik şiddetten söz etmek isteyen her kadının aslında yalnızlık duygusu taşımasıdır. Sürekli paradan söz eden kadın olmayı göze almak, bu nedenle paragöz olmak gibi suçlamalara karşı dayanıklı olmanın zorluğu(para pul için huzur bozmam türünden yaklaşımlarla görmezden gelme eğilimi içinde olunması),
2- Etki ve sonuçlarının uzun vadede kendini göstermesi (örneğin ekonomik şiddetin acil ve öncelikli olduğu durumlar ancak kadının miras hakkının elinden alındığı ya da bir malının satılmasına zorlandığı zamanlarda ortaya çıkabilir).
3- Kadının ev içi emeğinin görünmez olması ve değersiz olmasıdır.
Genel olarak kadına yönelik ekonomik şiddet, kadın emeğinden ayrı düşünülemeyeceği gerçeğinden hareketle iki temel kanaldan beslenmektedir:
Mikro düzlemde ataerkil aile ilişkileri,
Makro düzlemde kapitalizmin piyasa mantığı içinde üretim ilişkileri (Kapitalist Ataerki). (Bingölçe 2010,)
Bu beslenme kanalları dikkate alındığında Türkiye’de ve dünyada kadının ekonomik şiddet sorununa yönelik yaklaşımı belirleyebilmek için, öncelikle kadının sınıfsal konumu belirlenmeli yani kadınların yer aldıkları üretim ilişkileri incelenmelidir. Üretim ilişkilerini incelemenin en başlangıç noktasını da kuşkusuz aile ve aile içi ekonomik ilişkiler oluşturmaktadır.
MİKRO DÜZLEMDE: AİLE İLİŞKİLERİ İÇERİSİNDE EKONOMİK ŞİDDET VE COVİD-19 PANDEMİSİ
Kadını ekonomik ihtiyaçlarının karşılanmasından yoksun bırakma gücüne sahip kurumlardan birisi aile olunca, ekonomik şiddetçilerin aktörleri arasına ana, baba, kardeş, koca, evlatlar ve akrabalar girmektedir. Özellikle Türkiye’de olduğu gibi, cinsiyetleri üzerinden tanımlanan kadınların hiyerarşinin altında yer aldıkları; erkeklerinse evrensel kişiliğin taşıyıcısı olarak yüceltildiği aile ilişkilerinde (ataerkil kültür) ekonomik kaynaklara ilişkin paylaşımlar da doğal olarak rasyonellikten uzak olmaktadır.
Eisenstein’e göre ataerkil kültür, bir tarihsel süreçten diğerine toplumdaki cinsiyet hiyerarşisini korumak için sürdürülmektedir (Eisenstein, 1979: 25). Bu sistem içerisinde Mclntosh’un belirttiği gibi kadın ev işlerini yapan, erkeği de ekmek parası kazanan bir konuma yerleştirmektedir. O halde işgücü kitlesi, ücret alanlar ve onlara bağımlı olanlar şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Eichler’e göre ise tüm ev hanımları ve evli olmayan ama kişisel geliri de olmayan kadınlar bağımlı, erkekler ise egemen konumda yer almaktadır. (Eichler, 1973). Bu ailesel işbölümü bir çeşit baskı oluşturmakta ve bu baskı değişik toplumsal kurumlarda erkeğin gücüne dayalı bir toplumsal kontrol sistemi tarafından şekillendirilmektedir (Barret ve Mclntosh, 1982: 56). Nitekim bu toplumsal kontrol “ ataerki (patriyarka) olarak belirtilmektedir (Wably, 1994: 22-27). Bu bağlamda ataerki, içerisinde ekonomik şiddeti de barındırmaktadır. Ataerkinin ekonomik boyutunu oluşturan ekonomik şiddet; erkeklerin kadınların toplumun üretici kaynaklarına (yaşanabilir ücrete sahip bir iş vermeyerek) ulaşmasını engelleyerek, emek gücü ve parasal gücü üzerindeki denetimidir (Mitchell, 1985). Dolayısıyla kadınların erkeklere bağlı olduğu bir sistem olan ataerki sisteminin ekonomik temelini ev içi üretim tarzı oluşturmaktadır. Bu ev içi üretim tarzı aynı zamanda kadın emeğinin görünürleşmesindeki en büyük engeli oluşturmaktadır.
Kadın emeğinin görünmez olmasının diğer nedenleri; doğallaştırılmış olması yani aileleri için harcadıkları emeğin kadınlığın ayrılmaz bir parçası olarak ve doğal bir sonucu olarak görülmesi, karşılıksız olması yani bedelinin olmaması ve mesaisinin olmaması, kadının ücretli çalışmasının engellenmesi ve emeğinin ev eksenli işlerle sınırlandırılmasıdır.
Kadınların yaptıkları işler ev içindeki konumlarıyla da örtüşürken aynı zamanda toplumsal cinsiyete bağlı işbölümünü de güçlendirmektedir (Daly, 1989). Dolayısıyla kadının ev içindeki gösterdiği tüm çabaların aile bağları ve annelik görevi adına yapılıyor olması ve ev içi işlerin kadınlığın temel taşı olarak görülmesi kadının emeğini görünmez kılmakta ve bu durumu içselleştirmesine neden olmaktadır. Yani kadınlık adına yapılan ve kadın doğasının bir parçası olarak görülen ev içindeki işler, emek harcama olarak değil toplumsal dayatmanın sonucu olarak tanımlanmaktadır. Bunun sonucunda görünmeyen emek kadınların imkanlarını tüketmekte, emeklerini gasp etmekte ve kadınların hayatını oluşturan her şeyi belirleyen önemli bir güç haline dönüşmektedir ( James, 2010: 301). Nitekim Delphy, günümüz toplumunda iki temel üretim tarzından birini oluşturan (diğeri sınai üretim tarzı) ev içi hizmetleri, çocuk bakımı ve bazı metaların üretildiği aile üretim tarzının aile sömürüsüne, daha doğrusu ataerkil sömürüye yol açtığını belirtmiştir (Delpy, 2008). Bu bağlamda Delphy’ nin teorisine dayanılarak ev içi işle ve aile içi üretim tarzı ile sınırlanan kadın emeğinin görünmez olması ve karşılığının olmaması kadını ekonomik olarak erkeğe bağımlı hale getirmekte ekonomik faktörün şiddetle ilişkisindeki etkinliğinde belirleyici olmaktadır (İçli, 1994: 7-20). Yani kadına biçilen toplumsal rol emeğini karşılıksız ve görünmez kılarak ekonomik şiddet riskini artırmaktadır.
Öte yandan ücretsiz ev içi işleri yapan kadınlar (ev kadınları) kendi hem cinsleri tarafından da hor görülmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde emeğin görünmediği ev içi işlerde çalışan daha doğrusu ücretli işte çalışmayan kadın, hem cinsleri tarafından da ekonomik şiddete maruz kalmakta ve bu işleri yapan kadınlar düşük bilinç düzeyinin göstergesi olarak sayılmaktadır ( James, 2010: 299). Ancak kadınların yaptıkları ev içi işlerin ücret değerini hesaplamak için pek çok çaba gösterilmiştir. Buna rağmen gösterilen bu çabaların Seccombe gibi, burjuva mantığı açısından bir alıştırma olduğunu söyleyenler de olmuştur. Çünkü ekonomik koşulu iyi olan erkekler ücretli yardımcı şeklinde eşlerinin yükünü hafifletecek bir olanak sunsalar da ev işleri emek yoğun olarak kalmaktadır (Davidoff, 2009: 171-173).
Toplumsal cinsiyet rollerine dayalı iş bölümü, yani erkek parayı kazanır, kadın eve ve çocuklara bakar şeklindeki geleneksel kabul, Türkiye’de dahil dünyanın neredeyse tüm toplumlarında özellikle piyasa ekonomisinin erken gelişme evrelerinde var olan bir olgudur. Ancak ekonomik kalkınma süreçleri içerisinde pek çok toplumda ataerkil aile yapısının aşındığı, geleneksel rollerde değişimin gerçekleştiği ve daha eşitlikçi bir aile modeline doğru bir evrimleşme yaşandığı gözlenmektedir. Türkiye de benzer gelişme ve modernizasyon sürecinden geçmesine rağmen bu evrimleşme henüz gerçekleşememiştir. Bunun nedeni, ataerkil toplum düzeni ile kapitalist birikim süreçlerinin karşılıklı etkileşimidir. Nitekim bu etkileşimin çoğu zaman cinsiyetçi iş bölümünü aşındırdığı gibi çoğu zamanda güçlendirdiği ortaya koyulmuştur (Hartman, 1981: 366-391, Cypher ve Diet, 2008).
Türkiye’de aile içi ekonomik şiddetin işleme kanallarının temelini toplumun kadına yüklediği verili kimliğe bağlı olarak aile bireyleri tarafından kadının çalışmasına veya ilerlemesine engel olunması oluşturmaktadır. Diğer kanallar ise;
“Kadını zorla istemediği bir işte ya da iş kolunda çalıştırarak maaşına el koymak (seks işçiliği gibi), kadının gelirini kötü alışkanlıklar için harcamak, bankamatik kartına, gelirine veya varlıklarına el koymak, aile geçimini sadece kadının kazancı ile yürütmeye çalışmak, erkeğin kendi parasını biriktirirken kadının parasını harcamak, kadını başlık parası için evlenmeye zorlamak, ekonomik konulara ilişkin kararlarda kadının fikrini almamak, erkeğin kadının ziynet eşyalarına kadının isteği dışında el koyup üzerinde tasarruf sahibi olması, erkeğin kaç lira kazandığını ve kazancını nasıl değerlendirdiğini söylememesi, boşanmadan sonra kadına ve çocuğa nafaka ödememek sayılabilir” (Işık, 2007: 116-117).
Görüldüğü üzere aile içi ekonomik şiddet “yoksun bırakmalar, eksik paylaşımlar ve el koymalar” üzerinden yaşanan bir şiddet türü olduğu için Türkiye’de aile içi ekonomik şiddeti yaşamayan kadın oldukça az sayıdadır. Öte yandan bu sayılan faktörler aynı zamanda kadının yoksullaşmasında da etkili olmaktadır. Her ne kadar aile, mikro dayanışma ağlarının en kuvvetlisi olsa da kadınlar ve kız çocukları için aynı oranda verici değildir. Türkiye’de özellikle kırsal alandaki kadın yoksulluğunda hanenin bütünlüğünden kaynaklanan yoksulluk etkili olduğu gibi, hane içinde gelirin eşit biçimde dağılmaması, kadının emeğine el konulması, miras haklarından yoksun bırakılması, aile varlıklarının paylaşımından dışlanması, üretim kaynaklarına eşit ulaşılamaması (toprak sahipliğinde, girişimcilere sağlanan krediler de) etkilidir. Ayrıca kadınların aileleri tarafından bilgi ve beceriden yoksun bırakılmaları yoksulluğun derinleşmesine, nesilden nesle uzamasına yol açmaktadır.
Türkiye dışında Mısır, Aşağı Sahra, Güney Asya, Kanada, İngiltere, Fransa, Batı Almanya’da da kadın yoksulluğunun kırsal alanda çok etkili olduğu tespit edilmiştir (Mies 2011: 56). Öyle ki kırsal kadın yoksulluğu Birleşmiş Milletler Kadının Statüsü Komisyonu’nun 29 Şubat-9 Mart 2012 toplantısında hazırladığı raporun ana konusunu oluşturmuştur.
Kadının öznel kimliği dışında verili kimliğine bağlı olarak tamamen ev içine sıkıştığı ataerkil düzende, yaşadığı yoksulluk dışında piyasadaki pazarlık gücü de sınırlı kalmakta ve özellikle kadınları erkeklere bağımlı olmaya zorlamaktadır. Kadınların bu durumdan kurtulması ve toplumdaki rollerini reddetmesi için ev dışında çalışması önem taşımaktadır (James, 2010: 39). Ancak parayı elinde bulunduran kişinin cinsel kimliği bu gücün meşruluğunu olduğu kadar etki alanını da belirlediği için Türkiye’de kadınların ev dışında çalışarak kendi paralarını ellerinde tutma süreçleri oldukça sancılıdır. Çünkü kadın dışarıda çalışmaya başlayıp gelirini kendi elde ettiği zaman ev içindeki pazarlık gücünde, konumunda ve “toplumsal cinsiyet biyolojik bir kaderdir”(Butler, 2010: 50-55) düşüncesinde değişme ortaya çıkmaktadır.
Nitekim Kaynaklar Teorisi’ne göre haneye en fazla kaynak sağlayan kişinin daha fazla güce sahip olacağı ve kadının katkısı arttıkça hane içi gücünün de dengeleneceği ifade edilmektedir (Pinto ve Ortis, 2008: 3882). Ancak bu gelişme, Türkiye’de ataerkil yapıyı erozyona uğratma endişesi ile pek mümkün olmamakta ve erkek kadının çalışmasını engellemektedir. Hatta kimi durumlarda kadının maddi gücünün yüksek olması erkeğin daha fazla şiddet uygulamasına yol açmaktadır. Bu bağlamda ekonomik gücü elinde bulunduramayan kadın hayatın diğer alanlarında da kendi iradesine dayanarak bağımsız karar verme gücünden yoksun kalmaktadır. Çalışmaması nedeniyle eşine ekonomik anlamda bağımlı ve eşinin verdiği az miktarda para ile evi geçindirmeye çalışan kadınların yaşadığı ekonomik yoksulluktan kurtulmak için ev eksenli, geçici ve parça başı üretim yaptıkları gerçeği ise, Türkiye’deki ekonomik şiddet olgusunun bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Yapılan araştırmalar Türkiye’de (özellikle yoksul ailelerde) kadınların çoğunlukla gündelik para yönetimini üstlendiklerini göstermektedir (Asan vd, 2012). Böyle bir durumun arkasındaki neden, erkeklerin az para ile kıt kanaat geçinme sorumluluğunu çalışmayan kadınlara yükleyerek kazandığı paranın yetmemesi gerçeği ile yüzleşmekten kaçınmaları olarak tespit edilmiştir. Buna rağmen para üzerindeki stratejik kontrolün erkeklerde olduğu görülmektedir. Örneğin yatırımların tamamen erkeklerin kontrolünde olması ortak birikimlerle alınan mülklerin mülkiyetinin çoğunlukla erkeklerde olması çarpıcı gerçeklerdir. Nitekim Tapu ve Kadastro Bilgi Sitemi 2020 yılı verilerine göre gerçek kişiler adına kayıtlı 187 milyon 556 bin adet hisse kaydının yalnızca 77 milyonunun kadınlarda olduğu yönündeki açıklaması önemli bir çarpıcı örneği oluşturmaktadır.
Öte yandan Türkiye’de ev dışında çalışan kadınların, çoğunlukla sosyal hizmetler, imalat, tekstil, tarım ormancılık, toplum hizmetleri, sigortacılık, mali kurumlar gibi belli sektörlerde yoğunlaştığı gözlenmektedir. Kırsal alandaki erkekler, eşlerinin özellikle kadın sayısının fazla olduğu iş yerlerinde çalışmasına izin vermektedir. Bunun nedeni erkeklerin kadınları kamusal alandaki görünürlüğe ve meşruluğa dahil etmekteki isteksizliğidir. Bilindiği üzere iktidar bireyi sınırlandırır, denetler düzenler, yasalar koyar ve bu yasalara bireyleri tabii kılar. Bunlarla da yetinmez kendi yapılarına tabi olanı biçimlendirir oluşturur. Dolayısıyla Türkiye’de erkek iktidarının kadın emeği üzerindeki hakimiyeti nedeniyle bu yapının kırılması da pek kolay görünmemektedir (Butler, 2007: 67-84). Tüm bunlar bize göstermektedir ki Türkiye’de toplumsal cinsiyet farklılıklarının ataerkil açıklaması politik ekonomi perspektifinden açıklamalara aykırı olmamaktadır. Bu bağlamda ekonomik şiddette mikro ölçekte toplumsal cinsiyet sistemlerinin erkeklerin avantajını esas alması etkili olmaktadır (Tickner, 2002: 333-350). Türkiye’de bu durumu değiştirecek unsur ise kuşkusuz kadının güçlendirilmesidir. Güçlendirme kavramı bağımlı gruplar için kullanılmaktadır. Kadınları da erkeklere bağımlılıkları açısından ele aldığımızda güçlendirme kadınların kendi dönüşümlerinin aktif özneleri olmaları için gerekli olan çok boyutlu değişimler olarak tanımlanmaktadır. Ekonomik Boyut (bağımsız gelir yaratabilme kapasitesi), bilişsel boyut (bireyin gerçekliğini eleştirel olarak kavrayabilmesi), siyasi boyut ise (güç eşitsizliğinin farkındalığı)dır (Redman, 1996: 168-169). Ekonomik bağlamda değerlendirildiğinde Türkiye’de ve dünyada kadınların temel insani işlevler için gerekli olan kaynakları elde edebilmeleri için kadın kimliği edinmesi ve onun etrafında hareket edebilmesi gereklidir. (Nussbaum, 2000). Bu da ancak kız çocukları ve kadınların eğitime ve ekonomik kaynaklara erişiminin artmasına bağlıdır.
Tüm bunlara rağmen kadının karşılaştığı aile içi ekonomik şiddet ve geçirdiği sancılı süreç kriz dönemlerinde ve olağan üstü durumlarda cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı sorunların görünürlüğü artarak sınıfsal eşitsizliklerin daha da belirgin hale gelmesine yol açmaktadır. Olağanüstü bir durum olan pandemi de her ne kadar bir sağlık sorunu olsa dahi, sosyal güvenlik ağlarına sahip olmayan ülkelerde güçsüz ve kırılgan sınıflar ve özellikle kadınlar için daha büyük bir tehdit oluşturarak ekonomik, sosyal ve kültürel haklardan faydalanma bakımından derin olumsuz etkilere yol açtığı görülüştür. Ouedraogo ve Stenzel 224’ten fazla bölgeyi ve Sahra altı Afrika’nın kadın nüfusunun yaklaşık yüzde 75’ini temsil eden yaklaşık 440.000 daha fazla kadını kapsayan 18 Sahra altı Afrika ülkesinden aldıkları verilerle yaptıkları çalışmada salgın ile birlikte eve kapanmaların ve yasakların kadınlara yönelik istismarları daha da arttığına dikkat çekmiştir (Ouedraogo ve Stenzel, 2021). Yazarlar salgından korunma sürecinde toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle mücadeleye yönelik politikaların her zamankinden daha da önemli hale geldiğini vurgulamıştır.
Gerçekten de pandemi ataerkil toplumsal cinsiyet kodları gereği kadınların doğal görevi olarak görülen ev ve karşılıksız bakım hizmetlerinde cinsiyetler arasındaki eşitsizliği belirgin hale getirerek kadın emeğinin iyice değersizleşmesine yol açmıştır. Ayrıca sokağa çıkma yasakları ile birlikte kadının ev içi görünmeyen emeğini daha da görünmez hale getirmiştir. Zaten hane içi ücretsiz emek iş yapıldığında görünmez olurken, yapılmadığında görünür olmaktadır. Fakat pandemi öncesinde de ev eksenli kadınlar için zorunluluk olan aile içi ücretsiz emeğe, pandemi ile birlikte daha geniş sayıdaki kadın kitlesi dahil olmuştur. Çünkü pandeminin ortaya çıkması ile birlikte ücretsiz emeğin sunulması hem birey hem de aile fertleri için biyolojik, sosyal ve ekonomik hayatın sürdürülebilmesi için yaşamsal bir zorunluluğa dönüşmüştür.
Nitekim UNFPA (United Nations Population Fund) dünyadaki ulusların “evde kal” önlemleri uyguladıkları bu dönemde, kadınların omuzlarındaki yükün daha da artacağı ihtimaline karşılık uyarılarda bulunmuştur (UNFPA, 2020).
Birleşmiş Milletler tarafından sunulan “The Impact of COVID-19 on Women” başlıklı raporda da pandemi nedeniyle kadınların çocuklarına ya da yakınlarına verdikleri bakım yükünün oldukça arttığı, sözü edilen artış yükünün cinsiyet eşitsizliğini artırdığı, kadınların da yüksek riskli popülasyonlardan biri olarak kabul edilebileceği vurgulanmıştır (UN, 2020). Rapora göre ücretsiz bakım ve ev işleri için kadınların günlük ortalama 4,1 saatini, erkeklerin ise 1,7 saatini ayırdığı tespit edilmiştir. Ücretsiz bakım emeğinin dörtte üçünden fazlasını; ücretli bakım hizmetlerinin de üçte ikisinden fazlasını kadınlar gerçekleştiriyor. Yoksul kadınlar ve kız çocukları her gün 12.5 milyar saat bedava bakım emeği sarf ediyor. Ayrıca kadınların evde sundukları sağlık bakım hizmetlerinin karşılığı, küresel gayrisafi hasılanın %2,35’ine yani 1,5 trilyon Amerikan dolarına eşittir. Küresel ölçekte, çalışma çağındaki kadınların %42’si üstlendikleri ücretsiz bakım sorumlulukları yüzünden ücretli emek gücüne dahil olamamış; bu rakam erkeklerde sadece %6 düzeyinde kalmıştır. Raporda ayrıca ciddi miktarda ücretsiz bakım emeği sarf eden kız çocuklarının eğitime daha az zaman ayırdıkları belirtilmiştir.
Birleşmiş Milletler Kadın Birimi ve BM Kalkınma Programı (UNDP) tarafından hayata geçirilen COVID-19 Küresel Toplumsal Cinsiyet Müdahalesi İzleme Aracı da salgına yönelik tedbirlerde kadınların ihtiyaçlarının büyük oranda göz ardı edildiğini göstermiştir. 206 ülke ve bölgede 2 bin 500’ün üzerinde tedbiri kapsayan izleme aracı, dünyada her 8 ülkeden yalnızca birinin kadınları salgının sosyal ve ekonomik etkilerine karşı koruyacak tedbirler aldığını ortaya koymuştur. Kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddetle mücadele, ücretsiz bakım desteği ve kadınların ekonomik güvenliğinin güçlenmesinin izlendiği çalışmanın sonuçlarına göre, 42 ülke yani analiz edilen ülkelerin beşte birinin COVID-19 ile mücadelede toplumsal cinsiyete duyarlı hiçbir tedbire yer vermediği göstermiştir. Öyle ki alınan tüm önlemlerin sadece %13’ü kadınların ekonomik güvencesini hedeflediği ve bunlardan yalnız %11’i ev içi karşılıksız emeği odak noktası haline getirdiği oraya konulmuştur. Ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte kadınların ekonomik güvencesini sağlamak için nakit transferleri, gıda yardımları ve benzeri ayni katkılar, emek piyasası temelli maaş desteği ve son olarak da kadın girişimcilere ve kayıt dışı çalışan işçilere yönelik destekler uygulanmıştır. Ev içi emek yükünü desteklemek için bazı hükümetler, bakım yükü olan çalışanlarının ebeveynlik izinlerini genişletirken bazıları da çocuk bakımı ve okulların kapanmasını telafi etmek amacıyla nakdi destek sağladığı gibi bazı hükümetlerin ise sokağa çıkma yasağı ve karantina süreçlerinde çocuk bakım merkezlerini açık tutarak destek sağlamayı tercih ettiği belirtilmiştir.
Ayrıca raporda yalnızca 25 ülke, kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddetle mücadele, ücretsiz bakım desteği ve kadınların ekonomik güvenliğinin güçlenmesini kapsayan tedbirleri hayata geçirdiği belirtilmiştir. 85 ülkede yalnızca 177 tedbirde doğrudan kadınların ekonomik güvenliğinin artırılması hedeflenirken, ülkelerin 3’te 1’inden daha azı ücretsiz bakıma yönelik teşvikleri desteklemek ve çocuklar, yaşlılar veya engelli bireylere yönelik bakım hizmetlerini güçlendirmek için çalıştığına vurgu yapılmıştır.
Görüldüğü üzere okulların kapanması ve “evde kal” önlemleri, ev izolasyonu, çocuk bakımının ücretli olandan (kreşler, okullar bakıcılar gibi) ücretsiz olana kaymasına yol açmış bu da evde kalan kadınların iş yükünün daha da artmasına neden olmuştur. Yani ortada karşılığı ödenmeyen bir emek söz konusu iken erkek egemen düzen kadınların bu emeğine karşılıksız el komayı sürdürmüştür. Ücretsiz bakım emeği ve ev içi emek ekonomik bağlamda önemli bir değer yaratmasına rağmen, kadınların üzerine karşılıksız olarak bırakılan bu işler nedeniyle kadınlar kamusal alandaki haklarını ve özgürlüklerini kullanmada da ayrımcılığa maruz kalmıştır. Evde hem çocukların eğitim süreçleriyle bire bir ilgilenmek zorunda kalan kadınlar hem de ev işleriyle ve belki de “home office“ nedeniyle kendi işleriyle başa çıkmak zorunda kalmıştır. Nitekim ücretsiz bakım emeğinin ekonomiye hayati bir katkı olarak görülmesi ve değerlendirilmesi gerektiği Birleşmiş Milletler’in bu raporunda da vurgulanmıştır.
Ayrıca Birleşik Metal İş Sendikası Kadın Komisyonu, pandemi döneminde kadın emeğinin sömürüsünün daha da arttığını ortaya koyan bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda Türkiye’de pandeminin cinsiyetler ve onların ücretsiz emeği üzerindeki orantısız etkilerine vurgu yapılmıştır. Pandemi ile mücadelede kadınların ücretli ve ücretsiz emeğinin hayati önemi ortaya çıktığına değinen rapor diğer taraftan dışarıdan ücret karşılığı alınan kimi hizmetlerin kesintiye uğraması, artan hijyen uygulamaları, eğitime evden devam edilmesi, evde olası hasta bakımı kadınların, kendilerine yüklenmiş toplumsal cinsiyet rollerini ağırlaştırdığına vurgu yapmıştır.
Bu bağlamda pandeminin mikro düzlemde kadına yönelik ekonomik şiddeti artırmasının kadının hane içinde üstlendiği sorumlulukların çeşitlenmesi, hatta bu sorumlulukların birbiri içine geçmesi şeklinde gerçekleştiği ve kadının emeğine el konularak görünmezliğindeki artış olarak yansıdığı söylenebilir.
MAKRO DÜZLEMDE: KAPİTALİZMIN PİYASA MANTIĞI İÇİNDE PANDEMİ SÜRECİNDE KADINA YÖNELİK EKONOMİK ŞİDDET
Kapitalizmin üretim ilişkisi yalnızca ücretli emekçilerle kapitalistler arasında değildir. Günümüzde çok daha kapsamlı biçimde özellikle gelişmekte olan ülkelerin yoksul kadınları ile gelişmiş ülkelerin tekel sermayesi arasında da uzlaşmaz bir ilişki bulunmaktadır. Öyle ki bu ilişki kapitalist ataerkiyi yaratmıştır. İlişkinin temelinde, kadın erkek ilişkisinde olduğu gibi sömürülme yatmaktadır. Bu bağlamda kapitalist ataerki, ataerki kavramının çağdaş sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kavram, erkek egemenliği ve babaların yönetiminin ötesinde erkek patronların yönetimini içermektedir (Mies, 2011: 94-96). Dolayısıyla kapitalist ataerki adı verilen günümüz dünyasının egemen toplumsal paradigması ile kadına yönelik ekonomik şiddet ve kadın emeğinin sömürülmesi doğası gereği bağlantılıdır (Mies, 2011: 76).
Aslında kapitalist ataerkinin ekonomi politiğinin teorik olarak kavranması kapitalist sistemde ev işinin rolünün tahlil edilmesi ile başlamıştır. Ancak bu tahlil kapitalizmin küreselleşmesi ile birlikte daha farklı bir boyut kazanmıştır. 1980’lerdeki borç krizi ile birlikte sürekli büyüme ve ekonomik refah için neo-liberal model evrenselleştirilmiştir (Toussaint, 1999: 102, Rodrik, 1996: 167-193)
Küresel iş bölümünde ileri kapitalist ülkeler artık teknolojinin de yardımıyla üretimi emeğin daha ucuz olduğu, emeği sömürebilecekleri bölgelere kaydırdılar. Bu bölgeler başta Çin, Hindistan, Güneydoğu Avrupa, Kuzey Afrika ülkeleri, Latin Amerika ve Türkiye olmak üzere aslında gelişmekte olan ülkelerdir (Eisenstein, 2003: 213-235). Bu bağlamda kapitalist ataerki içerisinde dünya kapitalist ekonomilerindeki merkez ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki sömürüye dayalı eşitsiz ilişki dikkati çekmektedir (Mies, 2011: 213-235). Kuşkusuz enformalleşme de bu sürecin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Enformalleşme ile birlikte İş Kanun’larının korumadığı, iş güvencelerinin az olduğu, çalışanların özlük haklarıyla ilgili muhataplarını bulamadıkları, gelecek ve süreklilik açısından risk arz eden iş türleri çoğalmıştır. Bu olgular, toplumsal sınıflar arasındaki ayrımların yeni cinsiyet farklılıklarının ortaya çıkışı ile birlikte yeni biçimde harmanlanarak şekillendirmektedir (Sancar, 2009: 54-56). Öte yandan bu gelişmeler, Türkiye ve birçok gelişmekte olan ülkenin ev kadınlarının uluslararası sermaye tarafından keşfine de yol açmıştır. Bu ülkelerin kadınlarına yönelik ilginin artmasında ister meta, isterse kullanım değeri taşısın kadının yaptığı işin görünmez olması, kadının ev kadını tanımlamasının kadın emeğini ucuzlatması, kadın emeği üzerinde politik ve ideolojik kontrol sağlanmasının olanaklı olması etkilidir. Bu bağlamda kapitalist dünya ekonomisinin gelişiminin temelinde, hem uluslararası iş bölümü hem de cinsiyete dayalı iş bölümünün özgün bir manipülasyonunun varlığı dikkati çekmektedir.
Günümüzde küreselleşme ve neo-liberal süreçlerle birlikte esnek üretim biçimlerinin yaygınlaşması ve ucuz kadın emeğine yönelim, kadınların işgücü piyasasına katılımlarını hızlandırırken; işlerin niteliklerinde ve ücretlerinde de önemli düşüşlere yol açmıştır.
İşgücü piyasası bir değil, ücret ve sosyal haklar bakımından farklı birkaç pazardan oluşmakta ve kadınlar genel olarak niteliksiz ve önemsiz işlerin oluşturduğu ikincil işgücü pazarında yer almaktadır. Çalışan kadınların çoğunluğu yarı zamanlı işlerde ya da enformel ekonomide düzensiz işlerde çalışmaktadır. Bu durum kadınların örgütlenme seviyelerini düşürmekte ve sendikal yapılardaki temsiliyetlerini de azaltmaktadır.
Bu bağlamda Mitchell’in küresel çağın ekonomi politik atmosferini anlatmak için kullandığı “ekonomik yaşam kapitalizm tarafından düzenlenirken bilinçaltı ataerki üzerinden şekillenir” (Mitchell, 1985) yorumunun haklılığı bir kez daha görülmekte ve ekonomik şiddet ile küreselleşmenin birbirini besleyen mekanizmalar olduğu gözlenmektedir. Nitekim Hartmann da, cinsiyete dayalı işgücü ayrımının kapitalist toplumlarda erkeğin kadın üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesi açısından temel mekanizma olduğunu belirtmektedir. Hartmann çalışan kadının erkeğe göre daha düşük ücret aldığını, bu durumun kadını erkeğe bağımlı kılma açısından da gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Bu bağımlılık hem maddi hem de ideolojiktir ve ikisi arasında birbirini kuvvetlendirici bir ilişki vardır. Kadının ailede yaptığı işler annelik, sevgi ideolojileriyle olduğu kadar kadının erkeğe ücret bağımlılığı ile birlikte düşünülmelidir. Erkeğe verilen ücret aile ücreti olarak belirlenirken, kadının ücreti erkeğin ücretinin tamamlayıcısı olarak görülmektedir. Dolayısıyla kadın ücreti, erkek ücretinden düşük olmaktadır. Cinsiyete dayalı bu ücret farklılıkları kapitalizm ve ataerki arasında var olan etkileşiminin devamını oluşturmaktadır (Hartmann, 1976: 137-145).
Öte yandan yaşamakta olduğumuz küresel süreçte dahi toplumların ataerkil aile yapısı çerçevesinde, kapitalizmin bir olanak olarak sunduğu kadının iş gücü piyasasına girmesi ve para kazanıp getirmesi onun ancak “süper kadın” (aile ve ev sorumluluklarını taşımaya devam etmeleri) haline gelmesi durumunda kabul görmektedir Kadının dışarıdaki işi kendisini ev işlerinden muaf kılmadığı gibi, ev işlerine de zarar vermemelidir. Dolayısıyla kadın dışarıda çalışsa dahi emek gücünün bir bölümüne el konulmaktadır. Nitekim geleneksel rollerin hala sürdürüldüğü Türkiye’de kadın hem ev de hem de ev dışında çifte sömürüye maruz kalmaktadır. Dolayıyla sömürü ve ezilme kadınların bir anlamda şiddete uğradığının da bir kanıtıdır. Bu bağlamda Türkiye’de “ekonomik şiddet”, süper kadınların “çifte mesaili” yaşam biçimleri içinde gizlendiği için hem diğer tüm şiddet türlerinin etkisini artırmakta hem de “kadın emeğinin ve varlığının değersizleştirilmesine” yol açmaktadır (Bingölçe, 2010). Nitekim Harrison gibi kapitalizmin ev emeğinden yarar sağladığını ileri süren ve ev emeğini tutarlı bir Marksist perspektife yerleştiren teorisyenlere göre, işgücüne katılma, kadınlar ve aileler için sıkıntı demektir. Bu durumda kadınların ev işi ve ücretli iş şeklinde iki işi olmaktadır. Yani kadının bir ekonomik bağımsızlık elde edebilmesinin karşılığında iki işi birden yürütmesi gerekmektedir (Molyneux, 2008: 130). Bundan kurtuluşunun ise ev işlerinin kollektifleştirilmesi ile mümkün olacağı belirtilmiştir. Kadın, “amacı aile fertlerinin ve patronlarının takdirini toplamaktan ibaret, öz disiplin sahibi, gerektiğinde kendinden vazgeçebilen, harcamayıp ötekiler için tasarruf edebilen, değerini sadece evde değil dışarıda da çalışarak ispat etmeye çalışan, süper gayretli biri” olması halinde desteklenmektedir. Ancak bireysel ve ben- merkezci yaşam tarzlarının oluşmaya başlamasının ailesine ve mesleğine kendini adamış süper kadınların kademeli olarak yok olmasında doğrudan etkili olmaktadır (Hartmann, 2008: 161, Delpy, 2008: 104).
Öte yandan küresel kapitalizmin cinsiyete ve uluslararası iş bölümü içerisinde ihracata yönelik üretim için metaların mümkün olduğunca ucuza üretilmesi ve bu bağlamda kadınların seferber edilmesi stratejisi yeterli görülmemekte bu metaların satılması da önem taşımaktadır. Bu noktada da gelişmiş ülke ekonomilerinin kadınları rol oynamaktadır. Bu kez kadınlar üretici değil tüketici olarak ve reklamların objesi olarak ekonomik şiddet mağduru olmaktadır. Yani küresel kapitalizmin iş bölümü, dünyayı üretici ve tüketiciler olarak ayırmanın dışında kadınların da uluslararası düzeyde ve sınıfsal olarak üreticiler ve tüketiciler olarak bölünmesine yol açmaktadır. Tüketim olmadan sermayenin paraya çevrilememesi nedeniyle küresel kapitalizmin ana stratejisi bu kez kadınları tüketiciler olarak seferber etmesidir (Mies, 2011: 221-2369).
Bu yeni uluslararası iş bölümünün sonucunda kapitalizmin krize girdiği dönemler kadınlara yönelik ekonomik şiddetin en yoğun yaşandığı dönemi oluşturmaktadır. Nitekim 2008 yılındaki küresel finansal krizden çalışanların çoğunun kadın olduğu özellikle tekstil, eğitim, sağlık, hizmet sektörlerini etkilediği işten atılan kadınların üçte ikisinin bu sistem içerisinde var olduğu düşünülürse en çok kadınların etkilediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki UN Women’ın 2010- 2011 yılı yıllık Raporu’nda 134 ülkeden toplanan veriler bazında kadınların yüzde 50’sinin küresel krizde işlerini kaybettikleri açıklanmıştır. (UN WOMEN 2012: 20-23) Ancak diğer yandan ekonomik kriz döneminde erkeğin aileyi geçindirme yeteneğinin ciddi zarar görmesi ailenin ayakta kalması için kadınları ücretli çalışmak zorunda da bırakmıştır (Molyneux, 2008: 129).
Fakat bu gerçeklik hem yasalarda hem de yaygın ideolojide kadınların eşlerine bağımlı ev kadını, erkeklerin de aileyi geçindiren kişi tanımlamasını değiştirememiştir. Ayrıca küresel kapitalizmin krizi kadınların kayıt dışı sektörlerde güvencesiz ve örgütsüz çalışmak zorunda kalmaları gibi bir sonuç doğurmuştur. Bu artışa bağlı olarak kadınlar kendilerine sunulan iş ne olursa olsun (kayıt dışı da olsa) kabul etmeye zorlanmış dolayısıyla korunmasız istihdam artış göstermiştir. ILO 2010 verilerine göre dünyada korunmasız istihdam edilen kadın oranı ekonomik krizin olumsuz etkisi ile 2009 yılı itibariyle erkeklerde yüzde 49.4 kadınlarda ise yüzde 52.3 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye’de de istihdam verilerine göre 86 bin erkeğin işgücü dışına düştüğü krizde 127 bin ev kadını iş aramaya çıkmıştır (TUİK, 2010).
Görüldüğü üzere ekonomik kriz dönemlerinde kadınların işçi olarak kaybeden durumunda oldukları, kariyer planlarından ve işlerinden vazgeçen kadınların sayısının ne yazık ki erkeklere oranla daha fazla olduğu göz önüne alındığında kadınların işgücü piyasası ve sosyal korumaya erişimlerinin az olması ve istihdam durumlarının kırılganlığı birleştiğinde, küresel pandemiden bugüne kadar daha az etkilenmiş sektörlerde dahi, kadınların özellikle kırılgan duruma düştüğü görülmektedir. COVID-19 pandemisinin zaten var olan kadın-erkek arasındaki finansal eşitsizliği daha da şiddetlendirdiği ve pandemi sonrası görülen ekonomik kriz esnasında kadınların işlerini kaybetmesinin genellikle tam zamanlı çalışan erkeklere oranla daha çok olduğu söylenebilir. Nitekim Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “Cinsiyete Duyarlı İstihdamı İyileştirme: Daha Adil Bir Şekilde Yeniden Oluşturma” başlıklı raporunda, pandeminin istihdam alanında var olan cinsiyet eşitsizliğini derinleştireceği bu nedenle cinsiyet eşitliğinin temel alınarak kadın işçileri gözeten politikalar geliştirmenin önemi vurgulanmıştır (ILO, 2020).
Kuşkusuz istihdam yapısı da kadınların işsiz kalmasında önemli bir belirleyicidir. Bu bağlamda pandeminin en ağır şekilde etkilediği sanayi ve hizmet sektöründe çalışanların büyük bir çoğunluğunun kadın olması önem taşımaktadır. ILO’nun COVID-19 Çalışma Yaşamı Raporu 2020’ ye göre iş tanımlamalarının oldukça geniş olduğu ve ücretli kadın emeğinin yüzde 56.6 sının yoğunlaştığı hizmetler sektöründe pandeminin yol açtığı daralma önce kadınları etkilemiştir. Diğer yandan pandemi nedeniyle önemli hale gelen sağlık sektörünün ve sosyal hizmet faaliyetlerinin yüzde 70’inin kadınlardan oluşması ve bu kadınların artan çalışma saatleri ile birlikte koruyucu ekipmanlara erişimdeki yetersizlikler karşılaştıkları ekonomik şiddetin bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Eşit Adımlar Platformu’nun ulusal ve uluslararası araştırmalardan yola çıkarak ortaya koyduğu çalışma; Türkiye’de doktorların yüzde 50’sini, hemşirelerin yüzde 70’ini, ebelerin tamamını, dünyada ise sağlık sektörünün yüzde 70’ini oluşturan kadınların, bu dönemde en çok zorlukla karşı karşıya kalan kesim olduğunu göstermiştir.
ILO’nun COVID-19 Çalışma Yaşamı Raporu 2020’ye göre ise küresel olarak, tüm bölge ve (düşük, orta, yüksek) gelir grupları arasında kadınların istihdam kaybının erkeklere göre çok daha fazla olduğu görülmüştür. 2020’de, küresel düzeyde, kadınların istihdam kaybı yüzde 5,0 iken, erkeklerinki yüzde 3,9 olmuştur. İşgücüne katılım oranlarındaki uzun vadeli cinsiyet açığı nedeniyle, mutlak sayı olarak söz konusu kayıp erkekler için 80 milyon ile kadınlarınkinden (64 milyon) daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Tüm bölgelerde, kriz boyunca, kadınların ekonomik olarak işgücü dışında kalma yani işgücünden çıkma olasılığının erkeklerinkinden daha fazla olduğu gözlemlenmiştir.
Araştırma Şirketi Lean In ve McKinsey & Company’nin 2020 yılındaki “İşyerinde Kadınlar” raporuna göre de, bu ağır koşullardan ve karşılaştıkları ekonomik şiddetten dolayı işten ayrılan veya işten ayrılmayı düşünen kadınların sayısında artış olduğu gözlemlenmiştir. Öte yandan çift gelirli ailelerde ise daha az kazananın kadınlar olmasından ötürü çocuk bakımı için kadınların işten ayrılması daha olağan karşılanmaktadır. Lean In ve McKinsey & Company’den gelen yeni veriler, kadınların özellikle iş yaşamında pandemiden nasıl orantısız bir şekilde etkilendiğini gözler önüne sermiştir. Raporda, dört kadından birinin COVID-19’un etkisiyle daha az stresli ve daha az maaşlı bir işe geçmeyi ya da işten ayrılmayı düşündüğü tespit edilmiştir. Raporda önceki yıllarda yapılan araştırmalarında kadın ve erkeklerin benzer oranlarda işyerlerinden ayrıldığı bulunurken, COVID-19 krizinin yarattığı zorluklar nedeniyle daha fazla kadınn işgücünden ayrılmayı düşündüğü belirtilmiştir.
Türkiye’de ise DİSK-AR’ın pandemi döneminde “Kadın İşgücünün Durumu Raporu’nda da belirtildiği üzere işbaşında olan kadınların sayısının son bir yılda yüzde 21 azaldığı ve pandemi döneminde kısa çalışma ve ücretsiz izin uygulamalarının yoğunlaşmasıyla birlikte işbaşında olanların sayısında ciddi düşüşler meydana geldiği gözlemlenmiştir. Türkiye’de Mart 2019’da 8 milyon 663 bin olan işbaşındaki kadınların sayısının Mart 2020’de 1 milyon 818 bin azalarak 6 milyon 845 bine düşmesi işbaşında olan kadınların sayısının bir yılda yüzde 21 oranında azalmasına yol açmıştır. Öte yandan TÜİK’in Haziran 2020 İşgücü Raporuna göre işten çıkarmaların yasak olduğu Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarını kapsayan raporda Türkiye’de kadın istihdamının 8 milyon 312 bin olarak gerçekleştiği geçen yılın aynı döneminde bu sayının 9 milyon 107 bin olduğu tespit edilmiştir. Buna göre 795 bin kişilik bir kayıp söz konusu olmuştur. Aslında işten çıkarma yasağı nedeniyle işbaşında olmayanlar istihdam içinde görünmesine rağmen fiilen iş yapmadığı gözlemlenmiştir. TÜİK’in Eylül 2021 verilerine göre göre ise erkek istihdamı yüzde 63,8 iken kadın istihdamının 28,1 olduğu; işgücüne katılma oranının ise erkeklerde yüzde 70, kadınlarda ise yüzde 32,9 olarak gerçekleştiği açıklanmıştır. TÜİK verilerine göre, Türkiye’de mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranının 2021 yılı Eylül ayında kadınlarda yüzde 14,6 iken erkeklerde yüzde 10,0 seviyesinde gerçekleştiği belirtilmiştir.
Görüldüğü üzere hangi çerçeveden bakarsak bakalım COVID-19 pandemisinin bir cinsiyeti olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda kamu otoritelerinin COVID-19’un neden olduğu ekonomik krizi önleme politikalarına kadınlara sosyal ve ekonomik açıdan fayda sağlayan ve onları güçlendirmeye öncelik verecek politikaları da eklemesi önem taşımaktadır.
SONUÇ
Kadınların günümüzdeki konumlarının tarihteki durumları dikkate alındığında daha iyi bir yerde gibi görünebilir. Ancak erkek egemen ideolojiler nedeniyle eşitlik söylemlerine rağmen kadınlar hala fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetle karşı karşıya kalmakta ve kadın -erkek arasındaki negatif ayrışma varlık devam etmektedir. Özellikle ekonomik alanda, erkeklerin üstünlüğü görüşünün, kadınların eşitliğe yönelik verdikleri her mücadelede kendini yeniden güçlendirdiği gözlemlenmektedir.
Bu nedenle yaşamakta olduğumuz küresel kapitalizm sürecinde de kadının ücretli emeğin içine katılmasıyla cinsiyetçi ideolojinin maddi ve zihinsel temeli olan ailevi ilişkilerin azalacağını beklemek oldukça yanıltıcı olacaktır. Çünkü ataerkil geleneklerle uzlaşan kapitalizm, sömürünün devamı için cinsiyetçi ideolojiyi yeniden üretmeye devam etmektedir. Sınıf temelli yaklaşımların kadın-erkek eşitsizliği sorununa, kadın ve erkek arasındaki negatif ayrışmayı göz ardı ederek bakması nedeniyle, çözümleri gündelik hayatı açıklayamamaktadır. Öyle ki gündelik yaşamın zorluğu, tüketim toplumu kalıpları, kültürel kalıplar, küresel krizler ve olağanüstü dönemler kadınların ekonomik sorunlarını ve karşılaştığı ekonomik şiddeti artırmaktadır.
Kadının, ekonomik yaşamda yer alması bireyselleşmesindeki önemli bir adımdır. Yani kadın, bir yandan hizmet ve mal üretirken diğer yandan da kendi kimliğini inşa etme olanağı bulmaktadır. Ancak bu gerçeğe rağmen geleneksel rollerin ve verili kimliğinin sürmesinden dolayı hem evde hem de emek piyasasında ekonomik şiddete maruz kalmaktadır. Aile içinde başlayan ekonomik şiddetin emek piyasasında da varlık göstermesi ve kadın istihdamının çoğunlukla kadınların kadın işi sayılan sektörlerde yoğunlaşmasının arka planında da kadınların, geleneksel rollerini kaybetmemesi gerektiği düşüncesi yatmaktadır. Nitekim pandemi döneminde kadınların çift yönlü mesai yapmaları da bu gerçeğin bir yansıması olarak göze çarpmaktadır. Pandemi sürecinde sokağa çıkma yasakları ev ve karşılıksız bakım hizmetlerinde cinsiyetler arasındaki eşitsizliği belirgin hale getirerek kadının ev içi görünmeyen emeğini daha da görünmez yaptığı gibi ev eksenli kadınlar için zorunluluk olan aile içi ücretsiz emeğe, pandemi ile birlikte daha geniş sayıdaki kadın hatta çalışan kadın kitlesi de dahil olmuştur.
Öte yandan kadınların özellikle hizmetler sektöründe istihdam edildiği göz önüne alındığında kapanmalar nedeniyle yaşadıkları gelir kaybının yoksullaşmayı da artırdığı ve özellikle sağlık sektöründe çalışan kadınların artan iş yüklerinin iş yaşamında pandemiden nasıl orantısız bir şekilde etkilendiğini gözler önüne sermiştir.
Bu bağlamda olağan ve olağanüstü dönemlerde çalışan ve çalışmayan kadına yönelik ekonomik şiddetin azaltılması için sosyal politikaların ve ücret politikalarının kadınlar üzerinden çok ciddi olarak yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Kadının ekonomik haklarını düzeltmek için uzun vadeli, küresel ve ülkesel bazda ve sektörler arası işbirliği sağlayacak stratejiler oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Daha da önemlisi ekonomik şiddetin bir hak ihlali olduğunun ve aynı zamanda kadınları yoksullaştırdığı gerçeğinin kabul edilmesi ve farkındalık eksikliğinin giderilmesi gerekmektedir.