“Sol”un ve “Sağ”ın Totalitarizmi

Birçok eleştiricilerin haklı olarak belirttikleri gibi, totaliter modeli kullanan eserler (tıpkı demokrasi teriminin, İskandinavya, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi çok farklı siyasal-sosyal sistemleri kapsayacak biçimde kullanılışı gibi) iktidarın örgütlendirilmesi, yaratılması ve kullanılması yollarına ilişkin biçimsel benzerlikler üzerinde durmuşlar ve başka bakımlardan birbirlerine hayli benzer sayılabilecek kurumlar vasıtasıyla saptanan ve uygulanan politikaların içeriğini ihmâl etmişlerdir. İşlerin nasıl yapıldığını vurgulanmasıyla, bunların kimin için ve kime karşı yapıldığı sorunlarının ihmâl edilmiş olabileceği noktasında, eleştiriciler bir ölçüde haklıdırlar. Ne yazık ki, farklı totaliter sistemleri, özellikle komünist ve faşist sistemleri karşılaştıran literatür zengin değildir. Talmon (1961, s. 6-8) birkaç sayfa içinde, her iki totalitarizm türünün ideolojik varsayımlarındaki bazı temel farkları vurgulamıştır; Groth (1964) da, sistematik bir çözümlemenin zorluklarına işaret etmekle birlikte, birtakım temel farkların daha ampirik bir çözümlemesini yapmaya teşebbüs etmiştir. skolastik gibi de görünse, kendisinin tam çözememiş olduğu bu metodolojik problemlerin bazıları üzerinde durmaktan kaçınamayız.

İlk güçlük, faşist totaliter sistemlerin, özellikle tam anlamıyla totaliter denilebilecek tek faşist sistemin, Sovyetler Birliği’ne kıyasla kısa ömürlü oluşudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki Hitler rejimi gibi daha yerleşme safhasında olan bir totaliter sistem, Stalin’in Sovyetler Birliği gibi ikinci ya da üçüncü onyılını yaşayan bir rejimle kıyaslanabilir mi? İkinci bir güçlük, savaşın Alman ve (daha sınırlı ölçüde) İtalyan toplumları üzerindeki etkisini diğer etkilerden tecrit etmektir. Acaba Nazi rejiminin bazı özellikleri savaşın sonucu muydu? Savaş, totalitarizm yönündeki süreci hızlandırdı mı, yoksa bunu geçici olarak engelledi mi? Rejimin totaliter potansiyelini daha iyi değerlendirebilmek için, acaba onun savaştan sonraki gelişimini mi beklemek gerekirdi?

Metodolojik güçlüklerin başka bir bölümü de, faşizmin çözümlenmesinden doğmaktadır. Nazizm, ne ölçüde, faşizmin çok özel bir tipi veya faşist rejimlerin örnek bir modelidir? Uzun bir kurumlaşma geçmişine sahip olan, karmaşık, ileri toplumlarda faşizmin ideolojik ilkeleri ne ölçüde gerçekleştirilebilir? Gerçekten, bu toplumlarda, faşizmin hitap etmek istediği halk kitleleri, özellikle sosyalizm ve Katolik sosyal hareketleri gibi, daha eski siyasal akımlarca büyük ölçüde etki altına alınmış; dolayısıyla faşizmin etkisi, toplumun diğer tabakalarıyla sınırlı kalmıştır. İdeolojik formülleri son zamanlarda daha çok dikkat çekmeye başlayan sol faşistler (Kühnl, 1966) bu problemin farkındaydılar. Bazı Balkan ülkelerinde (Nagy-Talavera, 1970) ve Peronizmde (Germani, 1965, 1973; Kirkpatrick, 1971) olduğu gibi, orta-sınıftan veya üst orta-sınıftan çok, halktan destek gören diğer faşist hareketler, alt sınıfların bazı kesimlerinde böyle güçlü parti bağlarının henüz gelişmemiş olduğu toplumlarda ortaya çıkmıştır. Marksist literatürde gördüğümüz üzere, faşist partilerin başlangıçtaki sosyal tabanlarını sadece İtalyanlar ve Nazilerle sınırlı olarak ele alan bir çözümleme, daha geniş bir Volksgmeinschaft ve daha az sınıfsal bir faşist hareket olasılığını açıkça gözardı eder. Bu tür bir çözümlemenin bünyesindeki bir iç çelişme de, iktidardaki bir totaliter partinin baştaki sosyal bileşimini ve hitap ettiği sınıfların menfaatlerini yansıtma derecesidir (Schoenbaum, 1967; Dahrendorf, 1965; Kele, 1972). Burada da Nazi deneyiminin kısalığı, karşılaştırmalar yapma imkânını ciddi şekilde sınırlamaktadır.

Karşılaştırmaların değeri, büyük ölçüde, ele alınan politika alanının darlığına veya kapsayıcılığına bağlıdır. Sistemlerin benzerliğini ileri sürenlerin, bu rejimlerin zorlayıcı yönlerine, hukuk sistemleri ve yargının rolü üzerindeki etkilerine, eğitim ve gençlikle ilişkilerine, aile üzerindeki bazı etkilerine ve belki her şeyden önce kitle haberleşme araçları, kültür ve sanat üzerindeki etkilerine ve dinle olan ilişkilerine ağırlık vermekte olmaları anlamlıdır. Öte yandan bu yazarlar, Nasyonel Sosyalistlerle ekonomi arasındaki ilişkilere; malîklerin, menajerlerin ve plancıların rolleri gibi hususlara; ekonomik politikaların saptanmasında ve üretimin yönlendirilmesinde hükümetin ve partiye bağlı sektörün rollerine pek kısa olarak değinmişlerdir (Schweitzer, 1965; Mason, 1968; Milward, 1966; Eichholtz, 1969; Nennig, 1973). Totaliter sistemlerin, ekonomik kararlar ve günlük iş hayatı açısından, sosyal sınıflar ve belli sosyal gruplar arasındaki gelir ve iktidar dağılımı üzerinde yaptıkları etkinin çözümlenmesi, daha da karmaşık bir iştir (Schoenbaum, 1967; Schumann, 1958; Uhlig, 1956; Bauer, Inkeles ve Kluckholn, 1956; Inkeles ve Bauer, 1959; Lipset, 1973; Lipset ve Dobson, 1973). Groth ve diğer yazarlar, işte bu alanda temel farklar bulmakta, faşist totalitarizmin sınıf yapısını değiştirmek istemediğini, komünizmin ise böyle bir değişimi bile bile amaçladığını ileri sürmektedirler. Eğer sadece büyük teşebbüslerin özel mülkiyeti değişkenini nazara alıp, mülkiyetle kontrolün birbirinden ayrılışını ve bu kontrolün ne ölçüde devletin ya da partiye bağlı kuruluşların eline geçtiğini gözardı edecek olursak, elbette böyle bir iddia kolayca ileri sürülebilir.

Sovyetler Birliği’nde Komünist Parti’nin ve Bolşevik Devri-mi’ni destekleyenlerin sosyal temeli ile Hitler’in iktidara gelişini destekleyenlerin sosyal temeli arasındaki ilk fark nedeniyle, iki rejimin elitlerinin sosyal bileşimleri birbirinden çok farklı olmuştur; özellikle orta kademelerde, işçi sınıfından gelen liderlerin sayısı, Naziler’de Bolşeviklerdekinden daha az olmuştur (Linz, yayınlanacak; Lerner, 1965; Zapf, 1966). Son yıllarda Sovyetler Birliği liderliğinin bileşiminin önemli ölçüde değiştiğini biliyorsak da, (Farrell, 1970; Barghoorn, 1972), bir ikinci kuşak Nazi elitinin bileşimi nasıl olabilirdi, bunu bilmemiz mümkün değildir. Sovyetler’de eğitime daha çok önem verildiği, bunun da bazı mevkilerin aydınlar arasında el değiştirmesine yol açtığı; Almanya’da ise tüm toplumun Nazileştirilmesinin, belki daha geniş tabanlı bir elit devşirmesine, değerleri ve yaşam tarzı Nazilerle çatışan bazı geleneksel tabakaların da bertaraf edilmesine yol açabilecek olduğu düşünülürse, elbette bu iki sistemin bir ölçüde birbirine yaklaşmaları beklenebilirdi.

Ancak, elitin bileşimi sorununu, gelirin ve diğer yararların, menajerler, memurlar, işçiler ve çiftçiler gibi bellibaşlı sosyal tabakalar ve gençlerle yaşlılar gibi üretici olmayan gruplar arasında nasıl dağıtıldığı sorunundan ayrı tutmak gerekir. Birçok yararların, ücret ve maaşlar yoluyla dağıtılmadığı toplumlarda, böyle bir karşılaştırma, özellikle güçtür; siyasal ve sosyal sistemleri karşılaştırırken, ekonomik gelişme düzeylerini, iş hayatındaki devri hareketleri ve aynı ideolojik blok içinde bile olsa milletlerarası bağımlılık ilişkilerini sabit tutmak suretiyle, daha birçok araştırmaların yapılması gerekir. Şüphesiz bu farklar, sadece siyasal elitin sosyal bileşiminden veya eski elitin bazı mevkilerde gösterdiği süreklilikten çıkarılamaz. Üstelik modern bir ekonomide bu farklar, sadece mülkiyetin dağılımına da bağlı değildir.

Sovyetler Birliği’nin, savaşta yıkıntıya uğramış bir ülkede, eski sosyal yapıyı çoğu zaman fiziksel anlamda yıkmış bir devrimden sonra kurulmuş olmasıyla; Nazi yönetiminin, iktidara gelişine rıza göstermiş bir toplumda kurulması, dolayısıyla toplumun restore edilmesine veya yeniden inşa edilmesine aynı ölçüde gerek duyulmamış bulunması arasında da bir karşıtlık vardır.

Komünizmle faşizm arasındaki açık bir fark, faşizmin milliyetçiliğe, hatta devlet sınırlarının millet sınırlarıyla çakışmaması hâlinde devlet aleyhtarı bir pan-milliyetçiliğe çılgınca bağlanmış olmasına karşılık; Bolşeviklerin ideolojik enternasyonelizme ve biçimsel düzeyde federal, çok-milletli devletlere bağlı bulunmalarıdır. Ne var ki, faşistlere, birçok yönlerini takdir etseler de komünizme saldırma bahanesi vermiş olan bu sert ideolojik ayrım, uygulamada iki tip totalitarizmi birbirinden ayıracak öyle açık bir kriter oluşturmamaktadır. Totaliter Rusya ve Çin, özellikle Stalin dönemindeki vatan savunması savaşlarında, millî bağlara ve geleneklere hitap etmekten vazgeçmiş olmadıkları gibi, Sovyet liderliği diğer komünist ülkelerle ilişkilerinde kendi millî menfaatini ihmâl etmemiştir; öte yandan bu ülkeler de, meselâ Romanya gibi ( Jowitt, 1971), demokratlaşmaya veya liberalleşmeye kalkmaksızın, milliyetçiliğe yönelmek suretiyle meşruluklarını gitgide güçlendirmişlerdir. Buna karşılık, ilk faşist hareketlerin içerisinde, özellikle Alman sol Nasyonel Sosyalistleri arasında, İtalyan faşizminin bazı kollarında ve SS ideologları arasında, enternasyonelizm unsurlarına rastlanmaktadır (Ledeen, 1972; Kluke, 1973).

Şüphesiz, Nazizmin ırkçılığı, bu totalitarizm türü ile Sovyetler Birliği’ndeki totalitarizm arasında hayati bir fark teşkil etmiştir; oysa, Nordik veya Aryan ırkının ön plana çıkarılması, geleneksel milliyet anlayışıyla da gizliden gizliye çatışıyordu. Macarların Ok Haç’ları ile Romenlerin Demir Muhafızlar’ı istisna edilirse, faşizmin birçok tezahürleri, ırkçı hatta anti-Semitik değildi. Hatta faşist liderler, kendilerini Batılı-olmayan faşist hareketlerle bile özdeştirebiliyorlardı (Kühnl, 1966). Gerçekte faşizm, münhasıran Avrupa’ya özgü de değildir. Japon faşistlerinin, bürokratik, askerî ve otoriter devlet karşısında yenilgiye uğramaları (Maruyama, 1963; Morris, 1968); Chandra Bosse’nu Hint faşizmiyle Brezilyalı Integralistas’ın temsil ettiği Latin Amerikan faşizminin de başarısız kalmaları (Trindade, 1974) bu gerçeği gözlerden saklamıştır. Komünistlerin, anti-Siyonizm ve anti-kozmopolitanizm etiketleri altındaki anti-Semitizmleri ırkçı nitelikte olmamakla ve politikalarında ancak önemsiz bir rol oynamakla beraber (Çinlilerin bazı Batılı-olmayan ırklara çekici gelmeleri de, daha çok, siyasal-ekonomik çatışmanın bir unsurudur) bu talî eğilimler, iki tarihsel hasım arasında, bu ideolojik boyut yönünden ilk bakışta pek açıkmış gibi görünen farkın, o kadar açık olmadığını göstermektedir.

İki hareketin ideolojik ifadeleri arasındaki önemli bir fark da, elitçilik ve liderlik prensibi üzerindeki vurguya ilişkindir; faşizmde bu prensibin daha baştan beri taşıdığı karizmatik anlam, komünizmin temelde demokratik inançlarıyla (hatta bu, demokratik merkeziyetçilik biçiminde bile olsa) çelişmektedir. Gerçi Stalinist türde bir kişilik kültü, iki sistemi birbirine hayli yaklaştırmıştır; ama bunun hiçbir ideolojik meşruluk taşımayışı, Kruşçev reformlarını kolaylaştıran önemli bir etken olmuştur. Buna karşılık, “öncü” parti kavramı, önemli bir elitçi unsur yaratmış, parti okullarındaki özel eğitim de bunu büsbütün güçlendirmiştir. Öte yandan, bu önemli ayrımı yaparken şunu da unutmamalıyız ki, önceleri faşist doktrinde ve parti tüzüklerinde liderlik, salt geleneksel bir biçimde değil, demokrasi partiyle sınırlı bile olsa, demokratik bir yoldan meşrulaştırmıştı. Faşizmde ırk, parti ve lider çevresi elitçiliği, nihaî olarak milletle (Volksgmeinschaft) özdeşlik fikrine dayanmıştır. Bu da, sonuçta, statüye ve sınıfa dayanan geleneksel toplumlara bazı eşitlikçi özellikler getirmişti; meselâ parti üyeleri arasında rütbesine bakılmaksızın ikinci tekil şahsın kullanılması, parti içindeki yeni bir hiyerarşinin geleneksel statü ve sınıf farklarını yıkması, farklı sınıflardan üyeler arasında sembolik olarak ifade edilen bir dayanışma duygusu gibi. Aslında faşist rejimler, dayandıkları sosyal taban ve iktidarı genellikle devrimci olmayan yollardan ele geçirmiş olanları nedeniyle, bu tür inançlarını gerçeğe tam intikâl ettirememişlerdir; dolayısıyla iki sistem, gerçekte birbirinden çok farklıdır. Nihaî hedef olarak her iki ideoloji de, demokratik rejimlerin ayırıcı özelliği hâline gelmiş olan sınıf çatışmalarının kurumlaştırılması yerine, farklı yollardan sınıfsız bir toplum kurmayı amaçlamışlardı. Totalitarizmi eleştirenler, işin bu yönünü yakalayıp, yöneticiler tarafından bağımlılaştırılan, istenilen yöne sevkedilen, farklılaşmamış bir kitle toplumunun olumsuz yanını vurgulamışlardır; ancak bu eleştiriciler, sınıf çatışmalarının sertleştiği, proletarya diktatörlüğünün Marx’ın kastettiği anlamda bir çoğunluk diktatörlüğü değil, bir azınlık diktatörlüğü olacağının açıkça anlaşıldığı (çünkü Marx’a göre proleter sayılması gereken bazı önemli kesimler, meselâ beyaz yakalı işçiler kendilerini proleter saymak istememektedirler) toplumlarda yaşayan insanlara, bu yeni cemaat duygusunun çekici geldiğini gözden kaçırmışlardır.

Komünizmle faşizm arasındaki karşıtlık, bir yandan bunları ayıran birtakım nihaî sosyal felsefî varsayımların önemini, bir yandan da bunların, modern topluma ve onun getirdiği gerginliklere karşı bazı ortak tepkilerini aydınlatmaktadır; bu gerginlikler, modern toplumdaki plüralizmden, menfaatler çatışmasından ve laikleşmeden bu yana ortak kapsayıcı bir değer sisteminin mevcut olmayışından doğmaktadır. Bununla birlikte, zihinsel kökenlerdeki bu nihaî farklar, iki sistemin farklı yönlerde gelişmeleri ve içsel eleştirinin temeli açısından, son derece büyük önem kazanmıştır. İdeoloji ile onun siyasal bakımdan uygulandığı toplumun gerçekleri arasındaki ilişki, bir yandan da bu iki hareketin iktidara geliş biçimleri, farklı sosyal tabakalar bakımından çok farklı sonuçlara yol açmıştır. Belli bir çözümleme düzeyinde, ideolojik varsayımlar arasında ne gibi bir yakınlık bulursak bulalım, faşist ve komünist rejimlerin gerçeklikleri birbiriyle karıştırılamaz. Ne var ki, bu ideolojik varsayımlardan bazıları, siyasal iktidarın örgütlendiriliş biçimi ve dolayısıyla ortak totaliter özellikler yönünden (ideolojinin rolü, iktidarın bir yönetici grupta toplanması, partinin rolü, mobilizasyona önem verilmesi) büyük önem taşımıştır.

Her iki sistemi daha iyi anlayabilmek için, bu üç unsur bakımından Sovyetler Birliği ile Nazi Almanyası arasında ne gibi farklar olduğunu özel olarak karşılaştırmak ilginç olacaktır. Komünizmle faşizm arasındaki en önemli fark, muhtemelen, ideolojinin mahiyetinde ve onun siyasal süreci etkileyiş tarzındadır. Faşizmin ideolojik niteliğini inkâr edenlerin ve onu sadece, fikirleri Makyavelci bir iktidar arayışına uyarlayan liderlerin keyfî beyanlarından ibaret sayanların tutumunu benimsemiyoruz. Faşizm üzerindeki yeni çalışmalar, özellikle Gregor, Mosse ve Nolte’nin eserleri,27 faşizmle diğer siyasal ideolojiler arasındaki farkı bir kere daha açıkça belirtmiştir. Faşist ideolojiyi ve literatürü, parti programlarını ve sloganlarını okuyan bir kimse, şüphesiz, bunları diğer ideolojilerden, meselâ muhafazakârlık ve Katolik korporatizm gibi ona belli ölçüde benzeyen ideolojilerden ayırdedebilir (Schmitter, 1974; Wiarda, 1973a, 1973b, 1974); tıpkı Marksist-Leninist bir anlatımın, çeşitli Afrika sosyalizmlerinden ve Üçüncü Dünya’nın benzer ideolojilerinden ayırdedilebilmesi gibi. Faşizmin siyaset sahnesine geç çıkmış ve dolayısıyla kendisini, geniş ölçüde, anti-liberalizm, anti-komünizm, anti-klerikalizm, anti-enternasyonelizm, anti-proletaryacılık gibi negatif terimlerle tanımlanmış olması; onun bir zamanlar olumlu bir cazibeye sahip, kendine özgü bir üslûp, bir anlatım tarzı, bir duyarlık oluşturmuş bulunduğunu gözden saklamamalıdır. Anti-rasyonalist, entelektüel ve bilimsel düşünceden çok, eylem ve heyecana ağırlık veren bir anlayışın, bir ideoloji teşkil edemeyeceği iddiası, modern ve saygın felsefe ve düşüncede birçok akıl-dışı çizgilerin bulunduğu gerçeğini gözardı etmektedir. Daha ciddi bir fark, komünizmle Marx’ın eserleri arasındaki ilişkidir; Marx ise, bir eylem adamı oluşundan başka, bir filozof ve derin bir sosyal bilimciydi. Gerçi faşistler birçok filozofların, düşünürlerin ve yazarların isimlerini ve düşüncelerini kullanmışlardır ama bunlardan hiçbiri, onlar bakımından benzer ölçüde bir önem kazanmamıştır; dolayısıyla, iktidarın ele geçirilmesinden önce ve ondan bağımsız olarak ifade edilmiş bulunan hiçbir düşünce, faşist hareket içerisinde bir meşruluk ve eleştiri kaynağı olarak aynı derecede bağlayıcı nitelik taşımamıştır. Bir yandan bu olgu, bir yandan eylem üzerindeki irrasyonel vurgulama (bu, komünizmde de büsbütün eksik değildir) siyasal oportünizme çok daha geniş bir alan sağlamış, dolayısıyla faşist totalitarizmi bir ideokrasiden çok, bir liderin ve onun sadık yandaşlarının genellikle fikirden yoksun yönetimi hâline getirmiştir. Her iki örnekte de totalitarizm, ideolojik mirasın istenilen kalıba sokulmasına, Stalin örneğinde Bukharin gibi hareketin aydın üyelerinin dahi tasfiyesine, Hitler örneğinde Rosenberg’in Mussolini örneğinde de Gentile’nin etkilerini yitirmelerine yol açmıştır. Bununla birlikte, Marx ve Lenin’in ve onların basılı eserlerinin kutsallaştırılmış olması, netice itibarıyla, bazı entelektüel eleştirileri, komünist düşüncenin daha işlenip geliştirilmesini ve böylelikle ideolojinin canlılığını korumasını mümkün kılmaktadır. Her iki ideolojik hareketin temelindeki ana fikirler, fikrî mirasımızın sürekli bir parçası olup, modern insanın birtakım ihtiyaçlarına cevap vermektedir; ancak modern bir toplum ve ekonomi bilimine daha yakın oluşu itibarıyla Marksizm, şüphesiz, rasyonel politikaların oluşturulabilmesi için daha uygun bir temel sağlamaktadır. Bazı seçkin aydınlar faşizme karşı geçici bir sempati veya yakınlık duyabilmiş (Hamilton, 1973) olsalar bile, bunlardan pek azı, onun olumsuz yönlerini haklı gösterecek izahla bulabilmiştir. Marx’ın düşüncesi gibi bir düşünce sisteminin yokluğu da, inançlı yandaşlar ve parti neferleri dışında, faşizmin çekiciliğini büyük ölçüde sınırlandırmıştır. Marx’ın, komünist-olmayan demokratik bir yönde, hatta liberal-insancıl bir yönde yorumlanmasının mümkün oluşu, Marksist-Leninistler ve özellikle Stalinistler dışındaki kişilerin, komünist sistemlerin ideolojisine karşı beğeni duyabilmelerine imkân vermektedir. Bu ise, ideolojinin evrimi ve çok merkezlilik yönünde bir itici güç teşkil edebilir (Labedz, 1962; Laqueur ve Labedz, 1962; Drachkovitch, 1965; Shaffer, 1967; Triska, 1969) ve dolayısıyla katı bir totalitarizmle çatışabilir. Nazizmde ise, sosyal Darwinizm, tamamen bilim-dışı bir ırkçılık ve irrasyonel bir iradecilik unsurlarının, eğitim görmemiş ve kendi kendini yetiştirmiş bir kişinin elinde bir araya gelişi, bölgesel ve kaba bir ideolojiye yol açmış; bu ideolojinin uygulanması da, ideolojik totaliter yönetimin mümkün olan en kötü yönlerini ortaya çıkarmıştır. Bu yüzdendir ki, Hitler’den sonraki bir evrimi tasavvur edebilmek güçtür.

İki totaliter sistem arasındaki fark, bunlardan birinin bir ideoloji olmasına değil, iki ideolojinin farklı niteliğine dayanır. Böylece, komünizmi, Stalin zamanındaki en kötü tezahürlerinden soyutlayabilmemize karşılık, Nasyonel Sosyalizmi Hitler’den ve onun zihnindeki nihaî çözümden ayırdetmek hemen hemen imkânsızdır. Savaş sırasında Nazizm dışındaki faşist rejimlerin kaderinin faşist kampın liderine bağlı oluşu, buna karşılık Yugoslavya, Çin ve Küba örneklerinden sonra komünizmin Sovyetler Birliği’ne aynı ölçüde bağlı olmaması, iki ideolojinin geleceği açısından büyük önem taşır. Demokratik olmayan birçok rejimlerde faşist ideolojik unsurlar bulabiliriz ama gerçek bir faşist rejim bulabileceğimiz şüpheli, gerçek bir faşist totalitarizm bulabileceğimiz ise büsbütün şüphelidir. Neo-faşist partilerin başarısızlıkları, sırf askerî yenilgiyle ve bunların temsilcilerine karşı uygulanan ayrımcı tedbirlerle açıklanamaz.

Komünist ve faşist sistemlerde totaliter partilerin anlaşılış tarzındaki ve örgütlerindeki önemli benzerliklere rağmen, bunlar arasında ihmâl edilmemesi gereken önemli farklar da vardır; bu farklar, sadece, üye kitlesinin ve/veya elitin sosyal bileşimindeki farkların veya bunların iktidara gelişlerindeki farklı sosyal, ekonomik, siyasal ve tarihsel şartların bir sonucu değildir. Her şeye rağmen Bolşeviklerin örgüt anlayışı, On Dokuzuncu Yüzyıl Avrupası sendikal hareketiyle az çok bağlantısı olan sosyalist kitle partilerinden kaynaklanmıştır. Lenin’in, bir profesyonel devrimciler eliti düşüncesi de, işçi sınıfı kitlelerinin sendikal bilincin ötesine geçme yeteneğinden yoksun oldukları şeklinde rasyonelleştirilmiş olsa bile, aslında Çarist otokrasinin özel şartlarına bir uyarlanmaydı (Schapiro, 1965; Daniels, 1969; Meyer, 1957). Oysa faşist partiler, Birinci Dünya Savaşı’nın deneyimlerinden kaynaklanmışlar ve/veya komünist partilerin başarısına karşı bir tepki olarak doğmuşlardır. Arditi’nin ve Fronikampfer’in savaş deneyimleri, askerî örgüt ve disiplin modellerinin vurgulanmasına, elit birlikler içindeki “cemaat” duygusuna, ideolojiyle yüceltilen üniforma ve semboller aşkına etken olmuştur. Örgütsel biçimlerden ve gençlerle eski muharipleri bir araya getiren sosyal bileşim modelinden güç alan hareket, bir araç olmaktan çıkarak, başlıbaşına bir amaç hâline gelir. Schmlenbadh’ın, gerek Gesellschaft’tan (dernek) gerek Gemeinschaft’tan (cemaat) farklı bir grup tipini anlatmak üzere icat ettiği bir sosyal kategori olan Bund’daki romantik unsur, faşist partilerin ayırıcı özelliğidir (Duverger, 1963, s. 124–32). Bir anlam arayışı içeren kişiselleşmiş ilişkilere karşı ideolojik ilgi, bireyciliğin reddedilmesi, vb. , laikleşmiş burjuvazinin, güvensizliklerinden arınmış bir modern toplum özlemini yansıtmaktadır (Merkl, 1975). Bu durum, Nazi örneğinde sözde-dinsel bir karakterin ve bunun sonucu olarak törenlerin, doktrin aşılama faaliyetlerinin, üslûbun ve bir üyelik duygusu yaratılması sorununun vurgulanmasına yol açmıştır. Askerî terminolojiye uygun biçimde, ön hatla ikinci hattın, faşist müfrezelerin aktif militan üyeleriyle normal parti üyelerinin ayırdedilmesi, partiye elitçi bir unsur getirmektedir; faşist totalitarizmde örgütün türdeş olmama özelliği de buradan kaynaklanmaktadır. Almanya’da, völkisch hareket içindeki sözde-dinsel gruplar, köylü-asker demokrasisi hakkındaki romantik mistik imajlar, ortaçağ Töton şövalyeleri, yarı-yasal veya yasadışı paramiliter Kampfbünde ve nihayet Hitler’in Cizvitlere karşı nefret-sevgi tutumu hep bir araya geldiğinde, bu eğilim patlama noktasına ulaşmaktadır (Gamm, 1962). Almanya’da gördüğümüz, bu herbiri kendine özgü birörnek stillere ve görüşlere sahip örgütler çokluğunun (parti, SA, SS ve nihayet SS’in kendi içindeki bölünmeler) komünist ülkelerde benzeri yoktur. Kızıl muhafızlar, normal parti örgütünden üstün bir elit oluşturmamışlar, esas itibarıyla daima araçsal nitelikte kalmışlardır. Bu örgütler çokluğu, Nazi totalitarizmine bir türdeşsizlik unsuru getirmiş, böylece bürokratik olmaktan çok, feodal özelliklere yol açmıştır (Koehl, 1972). Elitler arasındaki iç kavga, sadece bireylerin değil, aynı zamanda siyasal örgütlerin kavgasıdır; bu kavga, toplumun veya kamu yönetiminin değişik kesimleriyle özdeşlik kuran hizipler arasında değil, birbirleriyle bağlılıkları liderle olan özdeşliklerinden ibaret bulunan siyasal örgütler arasında geçmektedir. Bunun başka bir sonucu da, polisle parti eliti olan SS arasındaki garip bir kaynaşma yoluyla, terörün partiyle daha yakından bağlantılı hâle gelmesidir.

Örgütsel biçimlerde ifadesini bulan ideolojik unsurlar, Nazizmin temelde anti-demokratik ve anti-popülist olan karakterini daha güçlendirmektedir. Bu unsurlar, aynı zamanda, erkeklerle kadınları ayıran, dolayısıyla gizli bir homoseksüel unsur da taşıyan bir erkeklik kültüne güç katmaktadır. Nazi abartmaları bir yana, bu üslûp unsuru, niçin faşist partilerin hiçbirinde kadınların, bazı komünist hareketlerdeki gibi ön planda bir rol oynamamış olduklarını açıklar. Milis parti örgütü, faşist partilerin, iktidarda olmadıkları sıralarda canlılıklarını devam ettirmelerini ve seçimlere yönelik muhalefet partileri hâline gelmelerini güçleştirir; bunların, parçalanmaktan kurtulmak için bir an önce iktidarı ele geçirmek istemeleri de bunun sonucudur. SA üyesinin veya squadristi’nin bu tür aktivizmi, bir komünist partisinin üye ve seçmenlerinin sadakatleri gibi uzun süre devam ettirilemez. Milis parti örgütü, subayların ilk zamanlarda faşist partilerle işbirliği etmelerini, onlarda aktif rol oynamalarını açıkladığı gibi, bazı faşist hareketler hakkında ordunun duyduğu kuşkuyu, hatta nefreti de izah etmektedir (bunun bir örneği, Demir Muhafızlar’ın Mareşal Antonescu tarafından bastırılmasıdır). Bu tür para-militer siyasal örgütlerin kapalı niteliği, faşistlerin ve komünistlerin, aktif hizmetteki subayların parti üyeliği sorununu birbirlerinden çok farklı biçimlerde çözmüş olmalarını da açıklar; komünistlerin, subayları partiye üye yapmaya çalışmış (Weinberg, 1964; Berghahn, 1969; Messerschmidt, 1969) olmalarına karşılık, Franco tam aksi uca giderek bütün subayları parti üyesi hâline getirmiştir. Waffen SS gibi bir parti ordusunun ortaya çıkışının temelinde de aynı şey vardır; bu ordu, Beria zamanındaki özel NKVD (İçişleri Halk Komiserliği) birlikleriyle kıyaslanamaz; çünkü komünist sistemde bu birliklerin statüsü, ideolojik bakımdan aynı meşruluğa sahip değildi. Nazizmin çok örgütlü yapısı ve elit hareketinin kendi içindeki elitçilik, devşirme kanallarının çoğalmasına ve iç farklılaşmaya yol açmıştır; bu da, totalitarizmin bazı tasvirlerindeki monolitik otorite modeliyle çatışmaktadır. Nazilerin kariyer çizgileri, parti içinde ve partinin değişik örgütlerindeki görevler yoluyla değil, parti örgütlerinin meydana getirdiği feodal yapı içerisinde oluşmuştur; bu örgütlerin ayırıcı özelliği ise, herbirinin değişik alt-liderlerle özdeşleşmiş olmalarıdır. Ne var ki, bazılarının feodalizme benzettiği, bazılarının da bir çeşit anarşi olarak tasvir ettiği bu çokluk, Hitler döneminde (Hitler, kendi yararı için, bunları birbirine karşı oynamıştır) ve özellikle Hitler’den sonra yönetici grubun birliğini tehdit etmiş olmakla birlikte, otoriter rejimlerde gördüğümüz türden bir plüralizm, hatta Skilling ve diğerlerinin totalitarizm-sonrası komünist sistemlerde görmek istedikleri neviden bir grup politikası oluşturmamıştır. Bu lider-yandaş yapılarının ve bürokrasilerin, toplumun geri kalan kısmıyla olan bağlantısı çok farklı nitelikteydi. Buradaki çokluk, fonksiyonel bir uzmanlaşmaya ve (meselâ tarımda ya da endüstride deneyim sahibi olan parti üyeleri arasındaki gibi) bir iş bölümüne değil, kişisel bağlara ve üslûp benzerliklerine dayanıyordu; sosyal yapıyla olan ilişki, komünist parti hiziplerindeki kadar bile güçlü değildi. Totaliter ve yarı-totaliter partilerin karşılaştırılması, örgütsel ilkelerin ideolojiyle nasıl ilişkili olduğunu ve onunla nasıl sürekli etkileştiğini ortaya koymaktadır.

Yönetici grubun nitelikleri ve özellikle liderlerin rolü, muhtemelen, totaliter sistemleri birbirinden ayırdedebilecek en önemli değişkenler olmakla birlikte, teorik açıdan en az önem taşıyanlar bunlardır. Tarihsel şartlar, özellikle iktidarın ele geçirilmesi ve yerleşmesi süreci ve kişilik faktörler, daha ön planda yer almaktadır. Bunlar da, şüphesiz, genelleştirmelere daha az elverişli, kişiliklere daha fazla bağlı, hatta bir ölçüde tesadüfî faktörlerdir. Stalin ve Hitler’le çalışma arkadaşları arasındaki etkileşim kalıplarının, ne dereceye kadar ideolojiyi ve örgütsel biçimleri, ne dereceye kadar bunların kişiliklerini yansıttığını söylemek güçtür. Stalin’in, Bolşevik Devrimi’nin ilk liderlerinden sadece biri oluşu ve emri altına almak istediği eşitleri tarafından hiç de sevilmemesi, ilişkilerindeki derin kuşkuları ve temizliklerin politbüro liderliğinin büyük bölümünü etkilemiş olmasını açıklamaktadır (Schueller, 1966; Levytsky, 1974). Buna karşılık Hitler, muhalefetteki uzun yıllar süresince partiye şekil verebilmiş, muhaliflerin ayrılması partide sadece sadık yoldaşları bırakmıştır; buna rağmen o bile, Roehm’ü ve SA liderlerini temizleme lüzumunu duymuştur. İki yönetici grup arasındaki farkın daha açık gözlemlenebileceği alan, üst lider, yardımcıları ve sıradan üyeler arasındaki ilişkiler olabilir. Şüphesiz bu ilişkiler, Orlow (1973) ve Nyomarkay’ın (1967) eserlerinde, Peterson’un (1969) Hitler’le Gauleiter’ların ilişkileri hakkındaki tasvirinde, Doğu Avrupa ve Çin’deki komünist elitlere ilişkin eserlerde (Farrell, 1970; Barton, Denitch ve Kadushin, 1973; Bock, 1970; Lewis, 1963; Scalapino, 1972) gösterildiği gibi, büyük ölçüde, partinin ve liderlik grubunun büyüme sürecine bağlıdır. Partiye katılma tarihi, hapishane arkadaşlığı gibi ortak deneyimler, enternasyonel tugaylar, bölgesel parti örgütleri, gerilla veya şehirlerdeki yeraltı faaliyetleri, benzer parti ya da örgütlerle birleşmeler, vb. hareket partilerinin iç hayatını anlamak bakımından önemli faktörler oluşturur. Bunlar genellikle, demokratik elitlerin incelenmesinde kullanılan standart sosyolojik köken değişkenlerinden daha önemlidir; bu da, siyasal sosyalleşmenin ve örgütsel deneyimlerin önemini gösterir. Aynı faktörler, gerek faşistler arasında, gerek komünist kamp içerisinde, farklı totaliter sistemlerin, farklı hava ve uslûplara sahip oluşlarını da izah eder.

Groth’un belirttiği gibi, iktidarın ele geçirilmesi sürecinde yapılan ittifaklar, hiç değilse sistemin tamamen yerleşmesine ve olgunlaşmasına kadar, sistem üzerinde önemli ölçüde etkili olur. Gerçekten, faşistler ve Naziler, onları kendi amaçları için kullanmayı ümit eden kurumların ve partilerin desteği, birçok potansiyel muhalifin de pasif desteği veya en azından boyun eğmesiyle, sözde-yasal yollardan sessiz bir devrimle iktidara gelmişlerdir (Linz ve Stepan, basılacak); bu nedenle, iktidarı devrimle, iç savaşla veya Sovyet Ordusu’nun desteğiyle ele geçiren komünist sistemlere (Seton-Watson, 1952; Gripp, 1973, s. 19-39) oranla, iktidar-öncesi sosyal yapıyla olan ilişkileri daha karmaşık niteliktedir. Komünist olsun veya olmasın, totaliter sistemler arasındaki farkların birçoğu, bunların iktidara nasıl gelmiş olduklarıyla ve iktidara gelmeden önceki kuvvet ve tutarlılıklarıyla izah edilebilir (Huntington, 1970, s. 14). İktidara el konulan toplumun tipi ve bunun gerçekleştirildiği şartlar, rejimin nispeten az veya çok totaliter karakterini, İtalya ve İspanya örneklerinde de faşist liderlerden birçoğunun tutkularına rağmen tam bir totaliter rejim kurmada uğranılan başarısızlığı açıklar. Faşist unsurların yanında, anti-faşist olmasalar bile, faşizm-öncesi veya sözde-faşist unsurların da bulunuşu, doğal olarak, partinin ve bağlı kuruluşların ideolojisini, örgütünü, karakterini ve iktidarın yerleşmesi sürecindeki birçok politikalarını etkilemiştir. Rus, Çin, Yugoslav, hatta Küba komünistlerinin aksine, faşistlerin iktidarı nispeten kolay ele geçirmiş olmaları, Peterson’un (1969) pek güzel tasvir etmiş olduğu gibi, Nazi yönetiminde bile politika sapmalarının çok daha geniş kapsamlı oluşunu izah etmektedir. Doğu Avrupa komünist ülkelerinde de bunun ilginç paralellerini bulabiliriz; özellikle Polonya örneğinde Komünist partinin nispeten zayıf oluşu ve Kilise’nin gücü, Macaristan’dakinden çok farklı örüntülere yol açmıştır. Stalinizmin tasfiyesi sürecinin çeşitli biçimlerine ilişkin çözümlenmesinde Azrael (1970), “Doğu Avrupa’da İktidar ve Otorite” adlı eserinde Zvi Gitelman 1970), “Komünizm ve Ekonomik Gelişme” adlı eserlerinde Roger W. Benjamin ve John H. Kautsky (1968), toplumun ön-şartları ile iktidarın ele geçirilmesi ve yerleşmesi sürecinin, komünist rejimlerin mahiyetini nasıl etkilediğini inandırıcı biçimde göstermişlerdir. Ne var ki, karşılaştırma yapabilmemiz için, Çekoslovakya dışında, iktidarı yarışmacı bir demokrasi içerisinde yarı-yasal veya sözde-yasal süreçlerle ele geçirip sessiz devrimle kurulmuş, bir kez iktidara geldikten sonra da yönetimini demokratik olmayan bir hâkimiyete dönüştürmüş bir komünist rejim örneği mevcut değildir (Korbell, 1959). Böyle bir sistemde, devrim-öncesi kurumlarla, Kilise elitleriyle, menajerlerle ve orduyla bir çeşit işbirliğinin gelişip gelişmeyeceğini ve bunun diğer komünist rejimlerin gerçekleştirdikleri kadar topyekûn olmayan bir dönüşüme yol açıp açmayacağını görmek ilginç olurdu. Faşist rejimler ve özellikle Nazizm örneğinde, iktidar-öncesi kurumlar ve gruplar arasındaki çıkar özdeşliğini, ortak ideolojik angajmanları, bu kurumların iktidarı teslim edenlerce yozlaştırılmalarını veya kooptasyona tâbi tutulmalarını, zor ve korku yoluyla sağlanan işbirliğini birbirinden ayırmak, daima güçtür. Şüphesiz, bu faktörlerin hepsi, belli bir anda etkili olmuştur; totaliter sistemler arasındaki farklar da çoğu zaman, dikkatlerin bu sistemlerin şu veya bu safhası üzerinde toplanmasından kaynaklanmaktadır. Groth’un haklı olarak belirttiği üzere, iktidar-öncesi sosyal yapıların, kurumların ve menfaatlerin varlıklarını sürdürmeleri ve sistemin tutucu karakteri, Nazi yönetiminin ilk yılları, hatta belki savaşın ilk yılları bakımından doğru olmakla birlikte, 20 Temmuz 1944’ten sonrası için doğru değildi; belki bu nitelikler, İkinci Dünya Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından veya Hitler’in yerine bir Himmler ya da Bormann’ın geçip Goering gibi diğer liderlerin tasfiye edilmelerinden sonra, ortadan kalkabilecekti.

Bütün makro-sosyolojik olgularda olduğu gibi, burada da eski deneyimlerin bilinmesi, genellemeleri zorlaştırmaktadır. Çin komünizmini, Doğu Avrupa’daki kolektifleşmeleri, Sovyetler Birliği ve Çin’deki terörü inceleyen bütün bilim adamları, Stalin dönemine ait bilgilerin başka ülkelerdeki komünist yöneticileri, taktiklerini değiştirmeye, Stalinizmin en kötü birtakım yönlerinden kaçınmaya, polis teröründen çok meselâ gönüllü katılma ve düşünce kontrolüne ağırlık veren başka sosyal kontrol yöntemleri bulmaya sevketmiş olduğunu belirtmişlerdir (Schurmann, 1968, s. 311–13). Bu anlamda, belli bir tarihsel deneyimi genelleştirmek tehlikeli olmaktadır; şüphesiz hiçbir totaliter sistem, eğer bazı Stalinci Doğu Avrupa sistemlerinin kısa bir süre oldukları gibi bağımlı bir sistem değilse, kendisinden önce gelmiş olan hiçbir totaliter sistemin tıpatıp aynı olmayacaktır. Bu anlamda, yakın geçmişi bilen insanların yönettiği hiçbir totaliter sistem, hiçbir siyasal süreç, kendinden önceki bir başkasıyla özdeş olmayacaktır. Model kurma girişimleri, makro-sosyal olguların tarihe bağlılığını hiçbir zaman gözardı edemez.

Kapat