Totalitarizm Kavramının Eleştirileri ve Önerilen Bazı Alternatifler

Son yıllarda, totalitarizm deyimini kullanan eserlerin eleşitirisine önemli katkılarda bulunulmuş ve bunun yerine başka kavramların kullanılması önerilmiştir. “Mobilizasyon rejimleri”veya “partileri”bir yana bırakılırsa, bu önerilerden hiçbiri, aynı ölçüde bir kabul sağlayamamıştır. Bu eleştirinin, totaliter sistem modelini daha dikkatli biçimde geliştirmek, üstelik totaliter sistemlerin zaman ve mekân içindeki çeşitliliği hakkındaki bilgimizi arttırmak bakımından birçok geçerli noktaları vardır. Çeşitli eleştirilerin az çok sistemli biçimde ortaya konulması ve bunların geçerli katkılarıyla o kadar yararlı olmayan olumsuz yönlerinin birbirinden ayrılması, terimi muhafaza etmek isteyenlerin gelecekteki düşünce ve araştırmalarına zemin hazırlama bakımından bir ilk adım gibi görünmektedir.

Birçok eleştiriciler, açık veya zımnî olarak, kavramın soğuk savaş ortamı içinde formülleştirildiğini ve benimsendiğini, aşağılayıcı bir değerlendirme anlamı taşıdığını, polemiksel anlamının onu fikrî yönden yararsız kıldığını belirtmişlerdir (Barker, 1969; Curtis, 1969; Spiro, 1968; Burrowes, 1969). Oysa siyasal bilimin en önemli kavramlarının çoğu hakkında aynı şey söylenebilir; bunun alternatifi, siyasal tartışmaya ve mücadeleye girmiş olan bütün terimlerden vazgeçmek ve tamamen biçimsel bir terminoloji meydana getirmektir ki, bu da skolastik ve fildişi kuleye özgü bir tutum olacağı, uzman olmayanlarca güç anlaşılacağı gibi karşıt bir suçlamaya yol açacaktır. Başka bir alternatif, aktörlerin kendi sistemlerini tasvir etmek için değerlendirici anlamlarıyla birlikte kullandıkları terminolojiyi kullanmak ve bu terimlerin çoğu zaman gözden sakladığı gerçekleri tasvir etmektir. Anlaşılan, bu çözümlerden ne biri, ne de öteki yeterlidir. Üstelik eleştiriciler, totaliter teriminin soğuk savaştan önce ortaya atılmış olduğunu (Jänicke, 1971), yalnız liberal demokratlardan ibaret kalmayan birçok bilim adamlarıyla politikacıların da faşist ve komünist sistemler arasındaki ortak unsurların farkına varmış bulunduklarını unutmaktadırlar. Robert Michels, bu bilim adamları arasındaki seçkin isimlerden sadece bir tanesidir; siyaset cephesinde ise, birçok faşist hareketlerin sol kanatlarıyla, bazı muhalif komünistler bulunmaktadır. Eleştiriciler, totaliter teriminin, olumsuz bir anlama gelmeksizin, birçok faşistlerce kullanıldığını ve kabullenildiğini de unutmaktadırlar. Öyleyse, eleştiri daha çok şu noktadadır: Aynı terim, faşizmle sınırlı olacak yerde (bu taktirde de, terime hiç ihtiyacımız olmayabilir) faşist ve komünist rejimlerin birtakım ortak özelliklerini tasvir etmekte kullanılabilir mi? Şüphesiz ki kavram, özellikle bazı tanımlarda, çoğu kişinin bu rejimleri değerlendirişlerindeki en olumsuz birtakım yönlerle, özellikle terörle özdeştirilmiş; çeşitli değer perspektiflerine göre daha olumlu sayılabilecek olan yönler ihmâl edilmiştir. Hannah Arendt’in, terimi hemen hemen sadece Hitler ve Stalin yöntemleriyle sınırlı olarak kullanmış olması, bir rastlantı değildir. Oysa, bu ikisinden başka daha birçok siyasal sistemin, diğer otokrasilerden ayırdedilebilecek sayıda ortak özellikleri olduğu ortaya konulabilirse, terimi muhafaza edebilmemiz gerekir. Son tahlilde sorun, daha çok, bu iki kişinin yönetimini, onların kendilerine özgü kişiliklerinin mi, yoksa siyasal hayatın belli bir örgütlendiriliş biçiminin ve onu meşrulaştıran ideolojik varsayımların yarattığı imkânların mı bir sonucu olarak yorumlayacağımıza bağlıdır.

Eleştiriciler terimin, demokratik olmayan bütün sistemleri, hiç değilse yazarın hoşlanmadığı bütün sistemleri tasvir edecek şekilde gelişigüzel kullanılışını reddetmekte haklıdırlar; böyle bir anlayış, bizi faşizm terimini bilimsel anlamda kullanma imkânından da yoksun bırakır. Şüphesiz, terimin bir yararı varsa, o da diktatörlük, despotizm veya salt demokratik-olmayan rejimler için bir anlamdaş görevi görmek değil, otokrasinin çok özgül bir tipini tasvir etmek olmalıdır. Pek çok değer perspektifi bakımından Hitler yönetimi derecesinde, hatta ondan da daha olumsuz sayılabilecek birçok rejimler (özellikle Trujillo yönetimi) elbette vardır ama, bunlara totaliter adını vermenin hiçbir anlamı yoktur.

Revizyonistlerin başka bir iddiası da, totaliter sistemleri nitelendirmede kullanılan birtakım özelliklerin, başka siyasal sistemlere sahip toplumlarda, hatta ileri Batı demokrasilerinde de görülebileceğidir. Benzer şekilde, Barrington Moore’un (1965, s. 30–88) endüstri öncesi toplumlardaki totaliter unsurlara ilişkin çalışması, totaliter kavramının, totaliter adını verebileceğimiz siyasal sistemlerin incelenmesi dışında da yararlı olduğunu göstermiştir. Şüphesiz, totaliter siyasal sistemlerle, diğer sistemlerdeki totaliter unsurlar arasında bir ayrım yapılması yararlıdır; ancak bu, totaliter unsurların hâkim olduğu ve siyasal sistem bakımından temel nitelik taşıdığı sistemlerin totaliter olarak nitelendirilmesini geçersiz kılmaz. Yeni solun, liberal demokrasi hakkındaki yeni eleştirileri, şüphesiz totaliter terimin kullanımı açısından bir karışıklık yaratmaktaysa da, dolaylı olarak teriminin yararlılığını kanıtlamaktadır (Marcuse, 1964, 1969).

Diğer bir eleştiri, totalitarizmin, zaman içinde başka bir biçime dönüşmüş olan bir gerçekliği anlatmakla yetindiğidir. Yıkılıp tarihsel tartışma alanına intikal etmiş veya temel bir değişim geçirmiş rejimler, meselâ feodalizm, mutlak monarşi, aydın despotizm ve polis devleti, bu gibi terimleri tarih biliminin alanına terkeder görünmektedirler. O hâlde sorun şudur: Bu çeşit siyasal sistemlerin incelenmesi sadece tarihsel açıdan mı ilginçtir; yoksa bunlar feodalizm kavramından (terimi münhasıran tarihsel anlamında kullanıyoruz) tamamen farklı olarak, çağdaş siyasal sistemlerin anlaşılması açısından önem taşıyacak derecede kendi siyasal hayatımıza ve gerçekliğe yakın mıdırlar?

Eleştirilerin çoğu, haklı olarak, tanımların sayısından, farklı niteliklerinden ve kesinlik taşımayışlarından kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki bu eleştiri, siyasal bilimin karmaşık olgulara ilişkin kavramlarının pek çoğuna yöneltilebilir. Şüphesiz, farklı tanımlar ve tasvirler, olguların farklı boyutlarına ışık tutmak ve belki de (önemli ortak niteliklerin ancak sayılı birkaç tanesini paylaşan değişik tipte totaliter sistemleri ayırdetmek suretiyle) daha ileri bir kavramlaştırmanın unsurlarını sağlamak bakımlarından bilgimize katkıda bulunmuşlardır. Benjamin R. Barber’ın (1969) olgusal (phenomenological) ve özsel (essentialist) tanımları sınıflandırma çabası, yararlı olmakla birlikte, biraz skolastik niteliktedir. Böyle tanımların pek çoğu, tanıma dâhil edilecek siyasal sistemlerin, diğer çeşitli siyasal sistemlerden farklı olduğu birtakım niteliksel ve niceliksel boyutları vurgulamaktadır. Şüphesiz, özsel tanımlardan çok, tasvir edici tanımlar kullanacak olursak, ampirik bakımdan belli bir sistemi totaliter olarak, yahut hiç değilse az veya çok totaliter olarak teşhis edebilmemiz kolaylaşır. Şüphe yok ki, bilim adamlarının çoğu, bu boyutları pratikte kullanılabilir hâle dönüştürmekte pek ileri gidememişlerdir; nitekim bir ampirik araştırıcı, bir sistemin belli bir anda totaliter olup olmadığı konusunda kesin bir hüküm verebilecek; yahut bir dizi göstergeyi nicelleştirmek suretiyle, bir nitelikler alanını, totalitarizmin ölçümünü mümkün kılacak bir sürekli çizgiye (continuum) dönüştürebilecek durumda değildir. Kavramın kullanılmasındaki büyük engellerden biri bu olmuştur ve böyle olduğunda da kuşku yoktur. Elbette totalitarizmi, hiçbir somut tarihsel gerçekliğe tıpatıp uymayan bir ideal tip olarak tasavvur etmek bir çare olabilir. Gerçekten, bazı özsel tanımlar, totaliter partilerin liderlerinin ve ideologlarının zihninde mevcut, totaliter bir siyasal sistemin ve onun egemenliğindeki bir toplumun ne olması gerektiği (yoksa ne olmasının muhtemel olduğu değil) hakkındaki normatif unsurları içine almaktadır. Daha önce gördüğümüz ve Sartori’nin (1962) de belirtmiş olduğu gibi, bu husus, demokrasi kavramı bakımından da doğrudur ve belki de birçok siyasal bilim kavramının mahiyetinde gizlidir. Totaliter sistemlerin mahiyeti hakkındaki görüşlerimiz, bir ölçüde, ideal tiple onun kısmen tasvir ettiği gerçeklik arasındaki bu gerginliklerin çözümlenmesinden kaynaklanacaktır. Özsel kavramlardan bazılarının, bu sistemlere biçim vermiş olan liderlerce kabul edilebilir görülmesi ve bunların değer perspektifleri yönünden çoğu zaman olumsuz bir anlam içermemesi rastlantı değildir; oysa, daha tasviri nitelikteki bazı kavramlar, âdeta kaçınılmaz şekilde, böyle olumsuz bir anlam içermektedir. 

Çok daha ciddi bir eleştiri, totaliter terimin, çok geniş bir alanı kaplamaya, birçok önemli yönlerden birbirlerinden tamamen farklı siyasal sistemleri nitelendirmeye çalışmasıdır. Burada ispat yükü, terimi savunanlara ait olmalıdır; bunlar, hiç değilse belli safhaları bakımından bazı komünist rejimlerin, Nazi sistemiyle ortak bir kavrama sokulabilecek kadar önemli özellikleri ne ölçüde paylaştıklarını, her iki alt-tipin, doğuşlarındaki benzer birtakım ön-şartlara tepki teşkil ettiklerini; siyasal hayatın birtakım değişmez sorunlarının bu rejimlerce nasıl çözüldüğünün, totaliter kavramın kullanılması suretiyle daha iyi anlaşılabileceğini göstermek zorundadırlar. Totaliter olarak nitelendirilen sistemlerin, bunları diğer otokrasi tiplerinden ayırdedecek ve böyle bir kavrama başvurulmaksızın açıklanamayacak olan ne gibi özellikleri bulunduğunu göstermek de, kavramı savunanların yüküdür. Bu yapılabilir ve büyük ölçüde yapılmıştır; ancak bunun için, Stalin dönemindeki totalitarizmle Nasyonel Sosyalist ve Faşist totalitarizmin arasındaki temel farkların daha derin bir tahlili gereklidir. Ne yazık ki, literatürde bu sistematik biçimde yapılmış değildir.

Totalitarizmin alt-tiplerinin (komünist, faşist ve belki de milliyetçi), totaliter sistemlerin gelişme safhalarının ve Sovyet totalitarizminin farklı sosyal ortamlarda (özellikle SSBC, Çin, Doğu Avrupa komünist devletlerinden bazıları ve belki Küba) uğradığı değişikliklerin daha derin bir tahlilinin, bizi totaliter sistemler hakkında daha etraflı bir tipolojiye ulaştırılması gerekir. Böyle bir tahlilin, totalitarizm terimini, soyutlama merdiveninin hayli üst basamaklarındaki yerinden alıp, orta-boy teoriler düzeyine indirmesi de icap eder (Sartori, 1970). Totaliter sistem hakkındaki en genel ve soyut inşa, komünist ve faşist sistemlerin çeşitli alt-tiplerini daha iyi anlayıp tasvir etmek; totaliter sistemlerin kurulmasına, yerleşmesine ve dönüşümüne yol açan süreçler teorisine katkıda bulunmak bakımlarından, bir başvuru noktası teşkil etmelidir; Azrael’in (1970), Stalinizmin tasfiyesi sürecinin tiplerini veya komünist ülkelerdeki totalitarizm-sonrası sistemleri açıklamaya yönelik son çabaları, bunun bir örneğidir.

Bazı totalitarizm tanımlarındaki ciddi bir eksiklik kavramlardan birçoğunun statik ve katı niteliğidir; bunlar dinamik unsuru, ideal hatta normatif modellerin doğasında saklı ilişkileri, toplumların totaliter sistemin tam olarak gelişmesine karşı gösterdikleri direnci, dolayısıyla totalitarizmin safhalarını, devrelerini ve derecelerini gözardı etmektedir. Totaliter sistem incelemelerinin gündemindeki temel bir madde, bunların değişiminin ve bunlardaki değişimin incelenmesi olmalıdır. Bilim adamının şanssızlığı şûradadır ki, Sovyet rejiminin uzun ömrüne ve komünist sistemlerin çeşitliliğine karşılık, en saf faşist totaliter sistem ancak kısa bir süre yaşamış ve Hitler’e halef bir rejim ortaya çıkmamıştır; dolayısıyla, salt kominist totaliter sistemlerdeki değil, genel olarak totaliter sistemlerdeki değişim süreçleri hakkında genellemelerde bulunmak güçtür.

Çok farklı tipteki bir eleştiri de, “aşırı tarihçi” (historicist) adını verebileceğimiz eleşitiridir; bu, totaliter olarak adlandırdığımız rejimlerin doğduğu ülkelerin kendine özgü sosyal ve kültürel ön-şartlarını ve geleneklerini vurgulamaktadır. Sovyet komünizminin “Slavofil” yorumu veya Nasyonel Sosyalizmin doğuşunu Almanların kendilerine özgü siyasal, kültürel ve sosyal tarihleriyle açıklayan tahlil siyasal bilim kavramlarına dayanan bir tahlilin güçlü alternatifleridir. Şüphesiz, bilim adamları, modern totaliter sistemlerle, bu toplumların modernleşme-öncesi veya endüstrileşme-öncesi gelenekleri arasındaki sürekliliği belirtmekle, önemli bir katkıda bulunmuşlardır. Başkaları da, haklı olarak, belli liderlerin benzersiz kişiliklerinin, yarattıkları veya biçimlendirdikleri siyasal sistemlerin birtakım esaslı özelliklerini nasıl izah ettiğini belirtmişlerdir. Bazıları ise, daha ileri giderek, özellikle Mussolini ve Hitler örneklerinde, bu liderler olmasaydı, o sistemlerin de hiçbir zaman ortaya çıkmayacağını ileri sürmüşlerdir; şüphesiz bunlara, Bolşevikliğin zaferinde Lenin’in oynadığı rolü de ekleyebiliriz. Böyle bir yaklaşım, bir noktaya kadar ne derece geçerli olursa olsun, Nasyonel Sosyalizm ve Stalinizm gibi karmaşık olguları bu liderlerin kişiliklerine indirgemek ve onları, sosyal bilimcilerin izahlarını gerektirmeyecek rastlantılar olarak ele almak, elbette verimli olmaz. Marksistlerin veya Marksist-Leninistlerin, Stalinizm olgusunu genel kategoriler veya kendilerine göre sosyolojik ve ekonomik kategoriler içinde açıklayamamaları, onların bilimsellik tutkularına açıkça ters düşmektedir. Şüphesiz, bu kişilerin yönettiği sistemlere ilişkin derinlemesine bir analiz, onların kişisel liderliklerinin sistem üzerindeki etkilerini belirtmeye ve daha yapısal unsurlarla daha kişisel unsurları birbirinden ayırmaya çalışmak zorundadır. Belki Stalin döneminde terörün aldığı özel biçim, onun kişiliğine başvurulmaksızın tam olarak açıklanamaz. Ancak kavramsal bir yaklaşım olarak totalitarizmin aşırı tarihçi eleştirisi, sosyal bilimin, temelde benzersiz olan tarihsel olguları kavramlaştırma yolunda giriştiği her türlü çabanın zımnî bir eleştirisi demektir. Gerçi böyle bir eleştiri, sosyal bilimcilerin meşru olmayan iddialarını dengeleyebilir ama sosyal olgular hakkındaki bilgimizden ve anlama yeteneğimizden bir şeyler yitirmeksizin bu eleştiriyi benimsemek mümkün değildir.

Daha verimli bir eleştiri, Alman arşivlerinin araştırmacıya açıklığı sayesinde, totaliter rejim gerçekliğini yöresel düzeyde dikkatle incelemiş olan bilim adamlarından gelmektedir. Bu bilim adamları, meselâ Edward N. Peterson (1969), Hitler’in iktidarının sınırlılığını; iktidarın tekçi olmaktan çok, başkalarınca yönetilen niteliğini (heteronomy); iktidar mücadelesindeki parti ve örgütlerin rollerindeki değişimleri; karar alma sürecindeki saptırmaları; sistem içinde ve sistemin yönetimi altında muhalefetin (Inkeles’in deyimiyle ayrılık adalarının) devam edebilmesini, yerinde olarak, belirtmişlerdir. Bunlar, totaliter sistemlere ilişkin daha basit ve abartmalı tasvirlerle uyuşmayan olgulardır. Ancak bu olguları vurgulayan bilim adamları da, ağaçlar yüzünden ormanı gözden kaybetmek, bu sistemleri diğer otokrasilerden ayıran daha ana eğilimleri gözden kaçırmak tehlikesiyle karşılaşmaktadırlar. Skilling’in (1973) özellikle Stalin’den sonra, komünist sistemlerde grup politikasını vurgulayan çalışması, bu tür rejimlerin tekçiliği konusundaki abartmalı ifadeleri düzeltmesi açısından yararlıdır; yeter ki, Sartori’nin de belirttiği gibi, bu çeşit değerlendirmeler, totaliter hatta otoriter bir sistem çerçevesindeki böyle nispeten çoğulcu bir grup politikasıyla, demokratik rejimlerin benzer süreçleri arasındaki temel farkı ihmâl etmek gibi bir tuzağa düşmesinler.

Alfred C. Meyer’in (1970) özetlemiş olduğu, Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasında yakınlaşma (convergence) teorileri de, totalitarizm kategorisinin yararlılığı hakkında az çok açık kuşkular ifade etmektedir. Bu teoriler, ileri endüstri toplumlarındaki ortak eğilimler ve sorunlar (bürokratik örgütlerdeki, büyük çapta ekonomik birimlerdeki, belli ekonomik karar alma ve askerî örgütlenme tiplerindeki benzerlikler; bu tür toplumların, sıradan insanlar üzerindeki benzer etkileri; bunun sonucu olarak da, çevreye uyma eğilimi ve güçsüzlük duygusu gibi psikolojik tutumlar, vb.) işaret etmek suretiyle, toplumlar arasında ak ve kara karşıtlığı yapma eğilimine olumlu bir düzeltme getirmektedir. Ancak bu yöndeki yazıların çoğu, siyasal kurumlardaki benzerliklerden çok, sosyal yapıdaki benzerlikler üzerinde durmaktadır. İşin içine, ideolojik saikler, soğuk savaşı sona erdirme arzuları ve bazı Yeni Sol eleştiricilerin hem ileri endüstriyel demokratik toplumları, hem komünist toplumları belli bir değer perspektifine göre eleştirmek istemeleri de karışmaktadır. Gerçi bu tür tahlilller, tepedeki bazı temel karar alma süreçlerindeki benzerliği (Mills, İktidar Eliti adlı eserinde bu süreçleri tahlil etmiştir) ve sıradan vatandaşların fabrikalardaki günlük hayatları veya bürokrasiyle ilişkileri bakımından mevcut bazı benzerlikleri ortaya çıkarmaktadır ama, farklı siyasal sistemlerin tüm orta düzey karar alma süreçleri, kurumları ve rolleri arasındaki birtakım temel farkları da gözardı etmektedir.

Şüphesiz, totalitarizm kavramına karşı en ciddi itiraz, belgeleme güçlüklerinin sonucu olarak, totaliter sistemlerle diğer otokrasi tipleri arasındaki farkı, uygulamada kullanılmaya elverişli açık terimlerle ve özellikle ampirik terimlerle tanımlamanın güçlüğünden ileri gelmektedir. Bu problem, bizim tanımladığımız anlamdaki yarışmacı demokrasilerle, çeşitli geçici otoriter rejimler arasındaki sınırı saptama probleminden çok daha karmaşıktır. Bunun daha güç bir iş olduğunda da şüphe yoktur; çünkü değişimler, çoğu zaman, bir derece meselesidir; ihtilâllerin, darbelerin veya dış müdahalelerin yarattığı cinsten kopukluklar, burada genellikle söz konusu değildir; oysa, demokrasi ile otoriter rejimler veya totaliter sistemler arasındaki geçişler, nadir istisnalar bir yana, bu tür bir kopukluğu içerir.

Totalitarizm teorilerine ilişkin eleştiriler, sadece bu teorilerin geçerliği hakkında sorular ortaya atmakla kalmamış; bunun yanında, birtakım alternatif kavramlaştırma girişimlerinde de bulunulmuştur. Bazen alternatif kavramları, totalitarizmin eski tanımlarından ayırdetmek güçtür. Diğerleri, meselâ Tucker’ın (1963) “mobilizasyon rejimleri” kavramı, bizce, totaliter terimin gevşek biçimde kullanılmasını eleştirenlerin değindiği birtakım güçlüklere (özellikle, otokrasinin çok çeşitli tiplerini kapsaması ve bunlar arasındaki önemli farkları gözden kaçırması) aynen kendisi de düşmektedir. Üstelik, Azrael’in (1970a, s. 136-37) belirttiği gibi, mobilizasyon deyiminin kendisi de belirsiz bir anlama sahiptir; bunun, siyasal sistemlerin birçok boyutlarından yalnız bir tanesi olarak değil, ayırdedici bir kriter olarak kullanılması sakıncalıdır; ampirik biçimde kullanılabilmesi de çok güçtür. Diğer kavramlaştırma girişimleri, meselâ Meyer’in (1967) “idarî totalitarizm”, “terörsüz totalitarizm”, “rasyonelleşme” ve “halkçı totalitarizm” gibi Stalin-sonrası Rus siyasal hayatının belli özelliklerini tasvir eden kavramları daha yerinde olmakla birlikte, bunlar totalitarizm gibi daha geniş bir kategorinin reddini gerektirmemektedir. Diğer bazı kavramlaştırmalar, meselâ Rigby’nin (1969) önerdiği “geleneksel pazar ve örgütler toplumu” siyasal sistemden çok, ekonomik ve sosyal sistemlere ilişkin görünmektedir. Şüphe yok ki, son yıllarda önerilmiş olan bu alternatif kavramlar, eski totalitarizm kavramı derecesinde yaygın bir kabule erişmiş değildir.

Gerçi, benzersiz sayılabilecek Hitler ve Stalin rejimleri yüzünden totalitarizm kavramına bağlanmış bulunan anlamlarla bu derece yüklü olmayan başka bir terim bulma önerisini kabul edebilirdik; ama eleştiricilerin çabaları, bizi şu veya bu biçimde bir totalitarizm kavramından vazgeçmeye ikna edebilmiş değildir. Bununla birlikte eleştiriciler, şu noktaları açıklığa kavuşturmuşlardır: Eğer totalitarizm deyiminin bir yararı olacaksa, bunun gevşek biçimde kullanılmaması gerekir; bir totalitarizm veya totalitarizmler teorisi, tek başına, belli tarihsel siyasal sistemlerin anlaşılmasına ve açıklanmasına yetmez; totaliter sistemler arasında, bunların ortak ve farklı unsurlarını ortaya çıkarmak amacıyla, dikkatli ve sistemli karşılaştırmalar yapılmasına âcil ihtiyaç vardır; totaliter sistemlerin bir tipolojisine de ihtiyacımız bulunmaktadır; nihayet teori, şimdiye kadar olduğu gibi, totalitarizmin kökeniyle yetinecek yerde, totaliter sistemlerin değişimlerinin ve bu sistemler içindeki değişimlerin daha dinamik bir analizini ihtiva etmek zorundadır. Şüphesiz, şu ana kadarki düşüncelerimiz ve araştırmalarımız, büyük ölçüde, demokrasilerin çöküşünden sonra totaliter hareketlerin yükselişi ve iktidarın ele geçirilişi üzerinde, özellikle de faşizmin yükselişi üzerinde toplanmıştır. Sovyetler Birliği örneğinde bile, sistemin Şubat Devrimi’nden Bolşeviklerin hâkimiyetine, diğer radikal partilerin tasfiyesine (Schapiro, 1965; Daniels, 1969), Lenin’den Stalin’e kadar nasıl bir evrim geçirdiği, hangi noktadan itibaren sistemin totaliter sayılabileceği ve niçin böyle olması gerektiği konusunda pek az teorik çaba mevcuttur. Sovyetler Birliği’nde, Çin’de, Küba’da ve Kuzey Vietnam’da yerli komünist hareketlerin iktidara gelişlerinin karşılaştırmalı bir incelemesi, muhakkak ki bize, Kornhauser’in Politics of Mass Society’si (Kitle Toplumunun Siyaseti) gibi daha soyut birtakım modellerden daha çok şey öğretir. Faşizmin ve özellikle Nazizmin uğradığı askerî yenilgi, bilim adamlarının, totaliter sistemlerde halefiyet krizlerinden sonra gerçekleşen değişimleri tahlil etmelerine engel olmuştur; fakat Stalin’in ölümünden ve Stalinizmin tasfiyesinden sonra, totaliter sistemlerin değişimlerinin ve bu sistemlerdeki değişimlerin dinamiğinin tahlili, zorunlu hâle gelmiştir. Bundan başka, kendilerine totaliter etiketi yapıştırılması anlamsız olacak demokrasi-dışı rejimler hakkındaki çok sayıda monografik araştırmalar ve teorik kavramlaştırmalar, otokrasinin değişik tiplerini daha açık biçimde kavramlaştırmamıza herhâlde yardımcı olacaktır. Totalitarizmin tiplerini ayırdeden ve totalitarizmle demokratik-olmayan diğer rejimler arasındaki ayrımı aydınlatan çeşitli boyutların ortaya çıkarılmış olmasının da, bu rejimler hakkında daha karmaşık bir değerlendirme yapmamızı mümkün kılması gerekir. Şüphesiz, totaliter sistemlerin, bunların en kötü niteliklerinden habersiz olmayan kişilere bile çekici görünmelerini sağlayan birçok olumlu yanları da olmalıdır. Eleştirilerin nihaî sonucu olarak, ilk baştaki totaliter sistem modelinin yerine totalitarizmler hakkında daha karmaşık bir teoriye ulaşmamız gerekir. Nitekim çağdaş siyasal bilim, tercihen büyük Anglosakson demokrasilerinden biri ya da ötekiyle özdeştirilen tek bir demokrasi tipi yerine, demokrasinin tipleri ve demokratik rejimlerin iç dinamizmi üzerinde de düşünmeye başlamış bulunmaktadır.

Kapat